Akıl ve gönül kavramları birbirleriyle uzlaşmaya uygun yaratılmış olmalarına rağmen gerek günlük hayatta gerek tasavvufî gerekse edebî alanda sürekli biri diğerine göre zıt fikirlere sahip iki kavram olarak gösterilmiştir. Tasavvufta sanki akıl tamamen devre dışı bırakılıyormuş gibi bir algı oluşturulmuş, insanlar arasında “mantıklı-duygusal” olmak üzere ikili ayrımlara gidilmiştir. Hayatımızın birçok yerinde gözlemleyebildiğimiz bu ikili ayrım Felsefe alanında da kendini göstermiş, mistisizm ya da sûfizm sanki akıldan, bilgiden, zihni yetkin kullanma yetisinden mücerret bir fikir akımıymış gibi gösterilmiş, sofizm ise tam tersine gönülden, aşktan, ruhuyla sezinleme yetisinden soyutlanmış bir düşünce akımı olarak lanse edilmiştir.
Oysa hakikatte işin aslı böyle değildir. Zira akıl ve gönül sanılanın aksine birbirinin zıttı iki kutup değil birinin ötekini tamam ettiği iki eş, tercih sahibinin ikisinden birini seçmek durumunda olduğu iki seçenek değil bilakis bir yolcunun ancak kendileriyle birlikte yol alabildiği iki azıktır. Bu açıdan bakıldığında esasen aklı ve gönlü kıyasa tabi tutmak, birini diğerine üstün tutma ya da birini ötekinden daha değersiz bir konuma getirme çabasına girişmek de pek doğru görünmemektedir. Bunun sebebi kendilerine yüklenen işlevlerin aynı olmamasından kaynaklanmaktadır.
Ciddi bir birikime, fetva verecek derecede fıkhî nüfuza, hem şiir hem musikide son derece derin bir ilme sahip olan Mevlânâ da “Aşk Yolculuğu” adı altında bir kalp ve gönül yolculuğunun davasını güttüğü için bu kalıba sokulmaya çalışılmış, çoğu kesim onun akla önem vermediği bilgiyi ve bilmeyi ötelediği vehmine kapılmıştır. Fakat Mevlânâ’nın literatüründe, aşk yolcuğunda gönül; akıldan arındırılmış, bilgiden soyutlanmış, ilimden ve bilimden mücerret kılınmış bir gönül değildir. Mevlânâ, düşünce dünyasında akla ve gönle neredeyse aynı oranda rol biçmiş, aklın ve gönlün işlev farklılığından yararlanarak birini diğerine basamak yapmıştır. Daha açık bir ifadeyle aklı gidebileceği sınıra kadar kullanma ve kaldığı noktadan itibaren aşkla, gönülle yola devam etme mantalitesini gütmüştür. Çünkü onun görüşüne göre aklın basamak yapılmadığı gönül yolculuğu yarı yolda kalmaya, bayrağı gönlün devralmadığı akıl savaşı ise kaybedilmeye mahkûmdur.
Din sadece iman esaslarından, helallerin ve haramların bilgisinden oluşan kuru bir olgu değildir. İslâm dini zahiri kuralların yanı sıra insandaki kişiliğe kadar inen ve onun ruhunu uyandıran canlı bir hayat sistemidir. İnsan, gözle görülebilen tüm ibadetlerle emrolunduğu gibi kendinin kim olduğunu, aslının ne olduğunu bilmek ve bulmakla da mükellef kılınmıştır.
Mevlânâ, Mesnevi’sindeki bir bölümde dini yalnızca helallerin ve haramların bilgisinden ibaret görme gibi basit bir anlayışı tenkit etmiş, caiz olan ve olmayan şeyleri bilmekle kendisini âlim zanneden kişilere “Kendin caiz misin? Din usulünü bildin ama kendi aslın, kendi mayan iyi ise bir de ona bak, onu bil!” diyerek dinin aşk, muhabbet ve gönül boyutuna dikkat çekmiştir.
Bütün bunların yanında akıl, akıllı olabilmek ve akıllıca davranabilmek Mevlânâ için son derece önem taşımakta, akıllı olmayan insanı kendi tabiriyle kanatsız bir kuşa benzeterek şöyle söylemektedir: “İnsana kol kanat akıldır. Adamın aklı olmazsa kendisine başka bir akıl kılavuz etmesi gerekir.” Çünkü insanı insan yapan, yücelten, diğer canlı ve cansızlardan ayırt ederek bir görüş sahibi kılan akıldır.
Bir başka sözünde Mevlânâ, “Cana gıda, akıl nurudur.” diye belirtmekte ve bedene yemek nasıl gerekli ise cana da aklın o denli gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Hatta dinimizde aklın önemi öyle geniş ve kritik bir yer tutmaktadır ki sorumluluk ve ibadet yükümlülüğü aklın varlığına, dahası aklın tam olmasına bağlanmaktadır.
Mevlânâ, insan için bu kadar önemli olan aklın, cüz’i ve külli akıl olmak üzere iki çeşit olduğunu belirtmiştir.
Cüz’i akıl insanın onu okuldan, kitaplardan, bilgilerden, bilginlerden, düşünceden, manalardan elde ettiği insanın özünde değil haricinde olan ve kazanılabilen akıldır. Küllî akıl ise Allah’ın bizzat kullarına bahşettiği, kaynağı canda yani ruhta olan ve bilgisini gönülden yani kalpten alan akıldır. Cüz’i akıl insanı dünyaya sınırlarken onu dünya ötesi gayelere ve duygulara kapatır. Allah’ın doğrudan ihsan ettiği külli ve gerçek akla perde olabilir hatta onun adını kötüye çıkarabilir. Örneğin, Ebabil kuşlarının attığı küçücük taşlar ile koca bir ordunun fillerinin ölmüş olmasını cüz’i aklın idrak etmesi mümkün değildir. Tam olarak bu noktada bayrağı devralan, insana ilahi bilgiyi veren, metafizik âlemleri dolaştıran, cüz’i akılla idrak edilemeyen nice güzellikleri izah eden külli akıldır. Ama buna ulaşmanın yolu ilahi aşktan geçmektedir.
Başka bir deyişle aklı ikinci plana atıyor olmakla itham edilen Mevlânâ’nın “Aşk Yolculuğu”ndan maksadı külli akla vasıl olmaktır. O, bu kalp ve gönül yolculuğunu Miraç ile özdeşleştirmekte bu özdeşleştirmeyi yaparken Miraç’ın zahiri yönünün yanı sıra batıni önemine de dikkat çekmektedir.
Bu mizansende Burak, gönül yolculuğunun bineği, vasıtasıdır.
Gece artık vaktin geldiğini, günün tamama erdiğini söyleyen anlam, nefsin yedi mertebesi her bir katı ayrı meşakkat ve mücadele ile dolu yedi kat semadır.
Akıl ve aklın sidretü’l müntehası Cebrail’in şu lafzıdır: “Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım! Benim haddim bu kadardır.”[1]
Sevde Nur Abdurrahmanoğlu
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi • İSLÂMİ İLİMLER
Hüma dergisi, 2023 / Mayıs-Haziran
[1] Bilal Kuşpınar, “Mevlâna’da Akıl ve Aşk”, Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2007, 23/16-31.