Giriş

Bu kitabın amacı, medeniyet tasavvurunu hayata geçirebilmek için Türkiye’nin yeni bir muhayyileye ihtiyaç duyduğunu ortaya koymaktır. Türkiye’nin çarpık modernleşme tarihinin sırtına bindirdiği yüklerden kurtulmasının yolu temel hak ve hürriyetleri esas alan hesap verebilirlik ve şeffaflık ilkelerine dayalı bir siyasi-hukuk düzenin inşa edilmesinden geçmektedir. Doğru tanımlanmış bir siyasi-hukuki sisteminin yaşayan bir gerçeklik hâline gelmesi bireylerin ve toplumun o sistemin dayandığı ilkeleri kabullenmesine ve yaşatmasına bağlıdır. Tarih, kültür, millet, gelenek, hafıza ve ortak tasavvur siyasi sistem ve hukuk düzeni inşasında asli unsurlarıdır.

Türkiye’nin yaşadığı krizler, korkular, travmalar kültür sanat alanından medyaya, diplomasiden akademiye kadar sayısız alanı etkilemiştir. Yüzeysel modernleşme çözümlerinin getirdiği nokta ise ne kendisi kalabilen ne de başkası olabilen bir Türkiye’dir. Zihni, ahlaki ve siyasi ufku daralan Türkiye akıl ve ahlak ilkelerine dayalı bir var oluş biçimi inşa etmelidir. Kendisiyle barışık ve dünyaya yabancılaşmamış, kendi ben-tasavvurunu ortaya koyabilen ve moderniteyi aşan bir düşünce sistemine sahip Türkiye, günümüz dünyasında ideallerini gerçekleştirebilir.

İbrahim Kalın tarafından kaleme alınan “Akıl ve Erdem: Türkiye’nin Toplumsal Muhayyilesi” bir yandan Türkiye’nin yakın tarihinde yaşadığı kültür, medeniyet, kimlik, hukuk, anlam sorunlarına odaklanırken diğer yandan ise bu kavramlar üzerine derinlikli sorgulamalar yaparak aydınlanmacı görüşün çözümleri yerine geleneğimizde hâlihazırda var olan çözümlere ve bu çözümlerin yeniden keşfine yönelmektedir. Toplumsal muhayyile, dünya görüşü, varlık tasavvuru gibi kavramlarla Türkiye’nin geçmiş ve gelecek vizyonu ortaya konulmaktadır.

         

Geçmişin Muhasebesini Yapmak

Değişen modern dünya düzeninde Türkiye bir yanıyla köklerine dayanırken diğer yanıyla da dünyaya açık ufuk perspektifinden bakabilmektedir. Türkiye’nin kendine özgü bu tutumu hem iç politika hem de dış siyasette kendisine büyük imkânlar tanımaktadır. Türkiye’nin katmanlı ve derinlikli değişiminin özü dış dünyada değil, bizzat kendisindedir. Kendi iç dinamikleri ve ben tasavvuru ile Türkiye artık tarihin akışını ve gelişimini dışarıdan izleyen bir konumda değildir; o tarihe müdahale etme gücüne ve cesaretine sahip bir özne konumundadır. Yerel ile küreselin, tarih ile bugünün, gelenek ile modernliğin, birey ile cemaatin, dini olanla sekülerin, merkez ile çevrenin iç içe geçtiği bir zeminde yeni fırsatlara ve meydan okumalara sahip olmaktadır. Türkiye’nin yeni toplumsal muhayyilesi ahlak ile hukuku, tarih ile sistemi, demokratik hak ve özgürlüklerle kültür ve medeniyet tasavvurunu mezcetme kabiliyetini taşımaktadır.

Toplumsal muhayyile bir toplumun ve milletin varlık karşısındaki temel tutumlarını, önermelerini, hissiyatını ve tercihlerini temsil eder. Muhayyileyi merkeze alan düşünme şekli sadece fikirler veyahut kurumlar üzerinde durmaz; geniş manada bir toplumun varlık ve hayat pratiklerini anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır. İnsanın aklı ve hisleri kadar muhayyile gücü de önemlidir. Muhayyile his ile saf akıl arasında yer alan ve bu ikisini birleştiren bir idrak melekesidir. Geniş manada akıl ile inancı, mantık ile hissi, akli çıkarımla sezgiyi, matematiksel düşünmeyle sanatsal yaratıcılığı, bilimsellikle zanaatkârlığı birleştiren muhayyile gücü aynı zamanda insanın düşünce ufkunu da belirleyen bir vasıftır. Farklı varlık mertebelerini bir bütün hâlinde kavrama çabasının temelini oluşturan muhayyile gücü ile düşünce ufku doğru orantılıdır. Dış dünyada algılanan farklı ve çoğul duyusal formların zihne bilgi olarak ve sistematik bir bütünlükle aktarımını sağlayan meleke muhayyiledir.

Toplumsal muhayyile ise bir toplumun en soyut kavramsallaştırmalarından en somut tutum ve davranışlarına kadar bütün zihni ve ahlaki kodlarını şekillendiren düşünce, his ve eylemler bütününü ifade eder. Toplumsal muhayyilenin teorik ve pratik zeminini bir arada yaşayan insanların paylaştığı hayat alanı oluşturur. Türkiye’nin yeni toplumsal muhayyilesi ise değer merkezli ve erdemli bir toplumun inşası için gerekli olan zemini ifade eder. Birey ile cemaati, din ile bilimi, özgürlük ile ahlakı, millet ile devleti, akıl ile tarihi, kimlik ile aidiyeti karşı karşıya getiren Türkiye’nin modernleşme tecrübesi ortaya yarım kişilikleri, karışık zihinleri, daralmış vicdanları ve bunların sonucunda parçalanmış bir toplumsal ve tarih tasavvurunu çıkarmıştır. Bu ikilemleri aşmanın yolu yeni bir toplumsal muhayyile inşa etmekten geçmektedir. Farklı siyasi geleneklerin ürettiği parçalı ve eksik Türkiye tasavvuru ülkenin temel sorunlarını çözme konusunda yetersiz kalmıştır. Türk modernleşmesinin algı hataları, yanlış öncelikleri, korkuları, vehimleri, akıl tutulmaları ve travmaları ancak yeni bir aydınlanma ile aşılabilecek türdendir. Kendi aydınlanmasını temellendirmek için kendinden önceki her şeyi karanlık sayan bir zihniyetin yerine işrak, idrak ve inşa süreçlerinin süreklilik ve bütünlük arz ettiğini kabul eden bir yaklaşım esas olmak durumundadır. Türkiye’nin kendisiyle, tarihiyle, kültürüyle ve coğrafyasıyla barışması, bu yeni aydınlanma sürecinin önemli temel dinamikleri arasında yer almaktadır. Tarihinden gocunmayan, coğrafyasından kaçmayan, milletin aklına, irfanına ve vicdanına güvenen bir Türkiye toplumsal muhayyilesini kendi his, hayal ve akıl dünyasından hareketle inşa edecek ve kendi gücünün farkına varacaktır. Türkiye’nin yeni dinamikleri, genç nüfusu, demokratikleşme talebi, katılımcı kültürü, ekonomik potansiyeli, milli güvenliği, bölgesindeki etkinliği ve yükselen küresel profili yeni bir toplumsal muhayyilenin doğuşunun işaretlerini zaten vermektedir.

Osmanlı’nın “Nizam-ı âlem” mefkûresinden Cumhuriyetin “Ulus devlet”ine geçiş sürecinde yaşanan ölçek küçülmesi geleneksel siyaset ontolojisinin yeniden inşa edilmesini zorunlu kılmıştır. Ölçek küçülmesi basit manada bir toprak kaybından ibaret olmayıp milletin sahip olduğu bir hafızanın, jeopolitik tasavvurun ve siyasi ufkun köklü bir şekilde değişimini ifade etmektedir. Vulgar modernleşmeyle benimsenen radikal kopuş Cumhuriyetleşme sürecinin barındırdığı çelişkilerle doludur. Kendisiyle barışık, köklerine dayanan, tarihi derinliğinin farkında ve aynı zamanda dünyaya açık bir ufuk olarak bakan bir Türkiye’nin inşası için modernleşme tecrübelerinin muhasebesini yapmak zaruridir.

Türkiye Erdemli, Adil ve Ahlaklı Bir Toplum İnşa Etmelidir

Türkiye’nin yeni toplumsal muhayyilesi millet ve erdemli toplum temeline dayanmaktadır. Adalet ve düzeni temsil eden devlet ve kurumları kendi başına değer koyucu olmayıp onların da tabi olduğu ilkeler bulunmaktadır. Devleti mutlak ve merkezi konumdan alıp onun yerine millet ve toplum merkezli bir siyasi tasavvur koymak devletin otoriterleşmesinin önüne geçtiği gibi onun millete ve topluma hizmet götüren ve kamu düzenini oluşturan bir kurum olma vasfını da pekiştirir.

Toplumsal muhayyilenin kurucu unsuru olan millet, etnik kökenin üstünde bir kimliğe sahiptir; ortak vatan toprağı üzerinde ve ortak değerler etrafında toplanmış insan topluluğunu ifade etmektedir. Farabi’nin erdemli toplum diye nitelendirdiği siyasi-toplumsal yaşam biçimi bir topluluğun varlık tasavvuru, insan anlayışı ve ahlaki ilkeleri çerçevesinde şekillenir. Akıl, adalet, özgürlük temelli bir siyasi düzen kurmanın koşulu devlet, millet, gelenek, tarih gibi çok katmanlı kavramların yeniden tanımlanmasıdır. Türkiye’nin hem anlamlı hem de özgür bir hayata kavuşması ancak akli ve ahlaki olan arasındaki bağı yeniden kurmasıyla mümkün olacaktır. Tarih ve gelenek tasavvurundan ben idrakine, siyasetten dış politikaya, sanat ve kültürden eğitime kadar hayat alanımızı oluşturan unsurların anlamlı bir bütünlük arz etmesi, anlam-özgürlük ve akıl-ahlak dengesini sağlamakla mümkündür.  Türkiye erdemli toplum idealine ulaşmak için bunu gerçekliğin dışında bir soyutlama olarak değil, hayatın düzeni içerisinde yapmak durumundadır. İnsanların hem anlam arayışına cevap veren hem de özgürlük taleplerine set çekmeyen bir siyasi-ahlak tasavvuru mümkündür. Türkiye’nin bu mertebeye erişebilmesi için köklü bir zihni dönüşüm ve toplumsak tezkiye deneyimi geçirmesi gerekmektedir.

Doğru ile yanlış arasında ayrım yapan akıl; iyi ile kötü arasında ayrım yapan ahlak birbirini bütünleyen umdelerdir. Ahlak insanı hakikat ve erdemler vasıtasıyla mutluluğa ulaştıran eylemler bütünüdür. İnsan hakikati idrak ettiği ve yaşadığı ölçüde gerçek mutluluğa erişebilir. Akıl, ahlak, özgürlük ve mutluluk arasında kurulan ilişki varlıkla, evrenle ve diğer insanlarla olan ilişkimizin temelini oluşturur. Böyle bir temele oturan bir arada yaşama ahlakı, formel hukuki kurallardan, toplum sözleşmelerinden ve siyasi modellemelerden daha köklü ve kuşatıcı bir hüviyete sahiptir. Bununla birlikte insancıl, adil, etkin bir hukuk sisteminin bireyler ve toplum tarafından benimsenen güçlü ve kapsayıcı bir ahlak tasavvuruyla temellendirilmesi ve desteklenmesi gerekir. Ahlak-hukuk bütünlüğü Türkiye’nin toplumsal muhayyilesinin inşasında önemi büyüktür. Geniş manada bir hukuk sisteminin etkin bir şekilde hayata geçirilebilmesi için bireylerin ve toplumun belli bir ahlaki olgunluğa ulaşmaları ve sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin erdemli bir toplum hâline gelmesi ise hukuk ile ahlak, rasyonalite ile erdem, değer ile özgürlük arasında tamamlayıcı bir ilişki kurmasına bağlıdır.

Türkiye’nin kendi geleneğinin kökleriyle bağını yeniden kurması ve köklerinin derinliğiyle mütenasip bir açık ufuk perspektifi geliştirmesi gerekmektedir. Siyasetin anlam ve derinlik kazanması bir değerler manzumesi içinde mümkündür. Siyasetin temel vazifesi adil ve erdemli bir toplumun inşasına katkı sunmak olmalıdır. Bunun dışında siyasete yüklenen anlam ve amaçlar, siyaseti düşünce derinliğinden yoksun, ufku dar, muhayyilesi eksik, ahlaki kodları zayıf bir çıkar aracı hâline getirir. Siyasetin itibarı taşıdığı düşünce ufkuna, muhayyile gücüne ve sahip olduğu ahlaki zemine bağlıdır.

Dünya Görüşü ve Varlık Tasavvuru

Medenilik barbarlığın karşıtı olarak insani-hukuki-ahlaki tutum ve davranışları ifade ederken medeniyet ise bunların sonucunda ortaya çıkan fikri, fiziki, siyasi ve ekonomik düzeni ifade etmektedir. Kolektif değerler bütünü olarak medeniyet, insanı diğer varlıklardan ayıran, özünde rasyonel olan ve kıymet ifade eden bir durum veya seviye olarak kabul edilmektedir. Aydınlanma sonrası Batı düşüncesinde medenilik ve medeniyet Avrupa’nın aklı ve tarihiyle özdeşleştirilmiştir. Aydınlanma düşünürleri Batı dışı toplumları medeniyetten yoksun ve yarı-medeni topluluklar olarak görmüştür. Bu doğrultuda da medeniyet kelimesi barbarlığın ve ilkelliğin karşıtı olarak kullanılagelmiştir.

İki üç asır önce Avrupa, emperyalizmini meşrulaştırmak için “Medenileştirme misyonu” adı altında Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar oldukça geniş coğrafyada birtakım sömürülere başlamıştır. İlkel, barbar, yabani olarak görülen bu toplumlar karşısında Avrupa kendisini medeni, ileri ve gelişmiş olarak addetmiştir. Bu düşüncenin yansıması olarak da medeniyet kavramı bilim, teknoloji, ileri sanayi, ticaret, kapitalizm gibi kavramlarla eş tutulmuştur. Toplumları hiyerarşik bir tasnife tabi tutan ve Avrupalı olmayan toplumların geri kalmışlığını ifade etmek için kullanılan medeniyet fikrinin ölçütü olarak hukuk, bilim, teknoloji, sanayi gibi kavramlar kullanılmıştır. Bilim, teknoloji, sanayi modern Batı’da teşekkül etmesinden hareketle Batılı olmayan toplumların medenileşebilmesi için bu yolu seçmeleri gerektiğine inanılmıştır. Böylece Batı toplumlarının kendilerini üstün gördüğü nitelikler Avrupa merkezli medeniyet kavramının oluşmasına ve bunun da sömürü ve emperyal amaçlara hizmet etmesi sonucunu doğurmuştur.

Medeniyet kavramına benzer şekilde modernite de aydınlanma sonrası Batı düşüncesinde teknolojik gelişmelerle yakın ilişkili olarak kullanılagelmiştir. Medeni olmak ile modern olmak Batılı olmayan toplumlar tarafından eş anlamlı olarak algılanınca “Gelişmiş bir medeniyete ulaşmanın yolu modernleşmeden geçmektedir.” düşüncesi yaygınlık kazanmıştır. Batılı olmayan toplumların Batı modernitesiyle olan hiyerarşik ilişkisi, önce Avrupa emperyalizminin ardından kapitalizmin dünya düzenini yeniden kurgulaması sonucunda şekillenmiş ve çoğunlukla savunmacı bir nitelik arz etmiştir. Hatırda tutulmalıdır ki modern medeniyet pratiklerinin küresel yaygınlık kazanması onun evrensel bir değer taşıdığı anlamına gelmez.

Medeniyetten bahsedildiği zaman kavramı “Bir dünya görüşünün zaman ve mekân boyutundan tezahür ve tecessüm etmesi.” olarak tanımlamak mümkündür. Dünya görüşü ve varlık tasavvuru medeniyetin arka planını oluşturan ilkeleri barındırır. Bu kapsamda toplumsal muhayyile bir medeniyet tasavvurunun doğal uzantısını oluşturur. Toplumsal muhayyile soyut ile somut olanın, ifade edilmiş olanla gizli kalanın, lafzen ifade edilenle sezgisel olarak hissedilen arasındaki dinamik ilişkinin sonucunda ortaya çıkar. Bu yüzden medeniyet, hem metafizik ilkeleri hem de somut tutum ve davranışları ihtiva eden bir bütündür. Medeniyetler, bir tarafta dünya görüşü ve varlık tasavvuruna atfen metafizik çerçeveye, diğer tarafta ise sosyal, ekonomik ve siyasi bir düzen fikrine dayanırlar.

Dünya görüşü en geniş anlamıyla varlık karşısında geliştirilen muayyen bir duruşu ve bu duruşun ahlaki kodlarını ifade eder. Bir dünya görüşü hem varlığı açıklar hem de açıklanan bu varlığa karşı takınılması gereken tutumu ortaya koyar. Medeniyet diye tarif ettiğimiz inanç, fikir ve eylemler dünya görüşü ile pratik hayatın buluşma noktalarında ortaya çıkarlar ve bir toplumun medeniyet bilincini inşa ederler.

İslâm, Ahlakı, Adil Toplumu ve Bir Arada Barış İçinde Yaşamayı Öğütler

Dinleri ve dini öğretileri şiddetin kaynağı olarak gören zihniyete göre dinlerin modernleştirilmesi, sekülerleştirilmesi demek dinlerin şiddetten arındırılması demektir. Yine bu zihniyetin beraberinde getirdiği bir düşünceye göre insanlar dindar oldukları nispette şiddete meyillidir. Bu görüşlerin karşısında duran yaklaşıma göre ise dinlerin şiddete müsamaha göstermediği ve barış yanlısı dinlerin siyasi kazançlar uğruna insanlar tarafından istismar edildiği savunusu bulunur. Her iki görüş de kutsal metinler ve tarihsel gerçeklik konusunda sorunlu tutum içerisindedir. Kutsal metinlerin kendisi şiddet yanlısı değildir; metnin farklı okumalara maruz kalması onu şiddet yanlısı veya barışçıl hâle getirmektedir. İslâm özelinde konuşmak gerekirse İslâm’ın nihai amacı ahlaklı ve adil bir toplum meydana getirmektedir.

İslâm geleneği çağdaş Müslüman toplumların barış, dini çeşitlilik ve sosyal adalet gibi acilen ilgilenilmesi gereken konuları ele almasını sağlayacak imkânlara fazlasıyla sahiptir. Asli ve pozitif bir kavram olarak barış, onu sürekli bir ahenk, bütünlük, rıza, denge, huzur ve itidal hâli kılacak olan bazı şartların bulunmasını gerektirir. Negatif barış kavramı ise çatışma ve uyumsuzluğun bulunmaması durumudur. Asli bir kavram olarak barış adalet üzerine kuruludur ve bu minvalde herkese eşit haklar ve imkânlar sunar. Allah’ın isimlerinden biri olan “es-Selâm” barış anlamına gelmektedir. Barışın nihai kaynağı olarak Allah bütün zıtlar, çatışma ve gerilimleri aşar, O dinginlik ve sükûnetin kalıcı hâlidir. Allah kullarını “Barış yurduna” (Dâr es-selam) davet eder ve barışın hakiki yurdunun “Ancak Allah’ı zikretmekler mutmain olan” kalpler olduğunu bildirir.

Kelam ve felsefe bağlamında barış ve şiddet meseleleri iyilik ve kötülük başlığı altında incelenmiştir. Günümüz tabiriyle barış, ahenk ve adalet yerine dünyada bu kadar çok şiddetin, zorbalığın olması sorgulanmıştır. “Mümkün âlemlerin en iyisi” (Ahsen el-nizam) düşüncesine göre kötülük ilahi planın bir parçası ve imtihan sebebidir. Kötülük bu dünyaya ait bir fenomendir, fakat eşyanın asli tabiatını tanımlayıcı ve temsil edici bir şeyi değildir. Kötülük iyilikten mahrum olma hâli; iyilik ise var olmanın kemâlidir.

Savaş, barış, cihat, dini azınlıklar, daru’l-İslâm, daru’l-harb, daru’l-ahd, daru’s-sulh gibi dini-siyasi bölümlemelere dair şer’i hükümler, İslâm milletler hukukunun önemli bir parçasıdır. Bu kavramların bağlamsal ve tarihsel yorumlamaları birçok tartışmayı da beraberinde getirmektedir. Bu tartışmalar İslâm’ın ve dini öğretilerin asli bir barış ve bir arada var olma kültürüne teminat vermediği düşüncesine kadar gitmektedir. Bu fikrin yanlışlığını ortaya koymak için cihat konusunun üzerinde durmak gerekir. Hazreti Peygamber ilk vahiy gelmesinden itibaren Mekke’de bulunduğu dönemde büyük baskı ve zulümlere maruz kalsa da şiddet yolunu seçmemiştir. Onun bu tutumuna rağmen Mekkeliler saldırgan politikalarına son vermemiş ve Medine’ye hicret yaşanmıştır. O dönemde Hac suresindeki “Kendilerine savaş açan kimselere (Kâfirlere karşı koymak için) izin verildi.” ayetiyle cihadın gerekçesi Müslümanlara sunulmuştur. Dini özgürlüğü korumak ve kendini savunmak için meşru savaş kaçınılmaz olmuştur. Bu dâhili ve harici saldırılar karşısında bir savunma hakkıdır ve İslâm dışı kaynaklarda da farklı isimlerle yer almaktadır. Bununla birlikte savaşta aşırıya kaçılmaması, ateşkesin kabul edilmesi, kadın, çocuk ve yaşlılara dokunulmaması gibi konular da İslâm kaynaklarında yer almaktadır. İlerleyen yüzyıllarda İslâm devletlerinin topraklarını genişletmesi ve bazı İslâm âlimlerinin bu yönde fetvaları konuyu başka yöne çekmektedir. Bu sınırları genişletme konusu dini anlamda cihat olarak değerlendirilmemeli; dönemin tarihsel koşullarına uygun olarak devletlerarası siyasi güç mücadelesi olarak ele alınmalıdır. Nitekim fethedilen yerlerde Müslüman olmayan toplumların dinlerini değiştirmesi gibi bir zorlama olmamıştır. Hazreti Peygamber’den gayrimüslimlere eman verme (Güvenlik teminatı) politikası İslâm devletlerinde de uygulanmıştır. Bu hoşgörülü ve barışçıl yaklaşımlar da İslâm’ın farklı kıtalara yayılmasını sağlamıştır. İslâm toplumlarında zımni hukuka göre İslâm dışı dini azınlıklara siyasi, ekonomik, dini haklar verilmesi de göstermektedir ki İslâm çatışmayı değil, barış içinde yaşamayı öğütlemektedir.

Cihat kavramıyla savaşçı bir din olarak gösterilmeye çalışılan İslâm, tarihi ve geleneksel yapısıyla göstermektedir ki siyasetten kültüre, metafizikten kozmolojiye kadar kapsamlı bir barış kavramına sahiptir. Müslüman toplumlara ve Türkiye’ye düşen görev İslâm’ın özünde barındırdığı barış ahlakını yaymak ve barış kültürünü küresel olarak inşaya çalışmaktır.

Çoğulculuğun Sınırları

Çoğulculuk tartışmaları 11 Eylül’den sonra Batılı devletlerce güvenlik meseleleri başlığında ele alınmaya başlamıştır. Bu tartışmaların odağına ise İslâm ve Müslümanlar yerleştirilmektedir. Batılı toplumların toplumsal birlik ve bütünlük arayış çabası, Müslümanların tarihi, dini ve kültürel yönden ötekileştirilmesini de beraberinde getirmektedir. Avrupa merkezci tarih ve kültür anlayışına sahip Batılı devletlerin tarihine bakıldığı zaman Asya’dan Latin Amerika’ya kadar Batılı olmayan devletleri öteki olarak gördüklerine şahit olunmaktadır. Aydınlanmanın tek akıl, tek bilim, tek medeniyet, tek tarih modeli modern dönemdeki akımların kökenini oluşturmaktadır. İndirgemeci, dışlayıcı ve monolitik yapılı aydınlanma diyalektiği ortak değerlerin, referansların ve tahayyülün kaybedilmesine neden olmaktadır.

Amerikan tarihi toplumsal birlik çabalarına karşın ırkçı tutumlar, önyargılar, derin nefretler ve gizli hiyerarşilerden kurtulamamaktadır. Geleneksel değerlerini ve topluluk aidiyetlerini muhafaza etmek isteyen Hasidik Yahudiler, İrlandalılar, Meksikalılar, Müslümanlar, siyahiler gibi farklı topluluklara sahip Amerika’da bu toplulukları bir arada tutmaya yardımcı olacak bir şeye ihtiyaç vardı. Farklı yaşam biçimlerini anlamlı bir çerçevede bir araya getirip tutkal vazifesi görecek öğeyi bulamayan Amerikalılar bunun yerine ortak düşman kavramı üzerinden aidiyet oluşturma yöntemini gütmüşlerdir. Bu doğrultuda Soğuk Savaş döneminde Sovyetler, 11 Eylül sonrasında ise İslâmî köktencilik ve terörizm Amerikan yönetiminin temel düşman ve tehdit olarak gördüğü unsurları oluşturmaktadır. Bu tehdit ve düşman algısının oluşturulması esasında Amerikan savunma bütçesine, milyarlarca dolarlık savaşlara, askeri operasyonlara meşruiyet zemini arayışından kaynaklanmaktaydı.

Avrupa’da yükselişe geçen İslâmofobi tehlikeli gidişin göstergelerinden birini oluşturmaktadır. Avrupa’nın İslâm’a bakışının kökleri geçmişte aranmalıdır. İslâm, Müslümanlar, Osmanlı Devleti gibi tarihi ve sosyolojik gerçekliği olan kavramlar Avrupa’nın fantezisi olarak resmedilmiştir. Harem, sultan, mistisizm gibi kavramlar Batı tarafından hayali biçimde yorumlanmıştır. Batı’nın ahlak kodlarını, siyasi tutumlarını, düşünce dünyalarını dışa vuran fantezileri, bugünkü korku ve nefret tutumuna doğrudan etki etmiştir. Medeniyetler çatışmasının yeni cephesi olarak örgütlenen ve desteklenen İslâmofobi Batı medeniyetinin Hristiyan ve seküler kanatlarının ontolojik üstünlük iddiasından ayrı düşünülemez. Buna göre dini manada Hristiyanlık İslâm’dan, seküler-maddi manada Batı kültürü ve medeniyeti ise İslâm dünyasından üstündür. Müslüman dünyanın batılılaşması, sekülerleşmesi, sanayileşmesi aradaki ontolojik mesafeyi kapatmaya yetmeyecektir.

Avrupa aydınlanması moderniteyi, sekülerleşmeyi kutsayarak artık dini fanatizmden kurtulmak gerektiğini tavsiye etmektedir. Bu yaklaşıma göre sorunların kaynağı Batılı olmayan toplumların, özellikle de Müslüman dünyanın dini dogmatizmden kurtulamamış ve Batı gibi dünyevileşmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu noktada İslâmofobi üzerinden yapılanlar ırkçılıktan öteye gitmemektedir. İslâmofobi din ve medeniyet alanlarına sirayet eden, temel hak ve hürriyetleri ihlal eden ama mevcut küresel siyasi-hukuki düzen içinde müeyyidesi olmayan bir ayrımcılık türüdür. Müslüman insanlara sırf dinlerinden, inançlarından ve kültürlerinden ötürü nefret duyulması, bu insanların aşağılanması, ayrımcılığa tabi tutulması, sözlü ve fiili şiddete maruz bırakılması düpedüz ırkçılık ve ayrımcılıktır. Bu çerçevede yapılan her eylem bir nefret suçudur ve insan hakları ihlalidir. Fakat ırk, renk, kültür ırkçılığı, anti-semitizm konusunda gösterilen hassasiyet ne yazık ki iş İslâm’a ve Müslümanların kutsal değerlerine saldırmaya geldiğinde değişmektedir. Modernitenin ve çağdaş medeniyetin alamet-i farikası olarak kabul edilen çoğulculuk, söz konusu İslâm olduğunda sınırlandırılmaktadır. Charles Taylor’ın da dediği gibi çoğulculuğun sınırlarını artık İslâm ve Müslümanlar hakkında yapılan tartışmalar belirlemektedir.

Türkiye’deki çoğulculuk tartışmaları ise çerçeve ve muhteva bakımında Avrupa kökenlidir. Ortak iyinin anlamını yitirdiği, ahlaki değerlerin göreceleştirildiği, küresel kapitalizmin bütün kimlikleri tekdüzeleştirdiği bir siyasi-kültürel sistemin şekillendirdiği çoğulculuk, bizi ancak yeni kimlik çatışmalarına ve toplumsal bunalımlara götürür. Türkiye farklı renk ve seslerini bir ahenge dönüştürecek ve bundan milli bir güç devşirecekse, bunu ortak tarihi tecrübesine, ortak gelecek tasavvuruna ve ortak aidiyet duygusuna dayandırmak zorundadır. Türkiye’nin temel sorunu devletin bekası ve temelsiz millet tanımı uğruna horlanan, aşağılanan ve marjinalleştirilmek istenen bütün değerlerdir.

Türkiye Tecrübe Ettiği Kültürel Daralmadan İrfan ve Açık Ufuk ile Sıyrılabilir

Kültür denilen hayat alanının mutlak manada statik ve tamamlanmış veyahut mutlak manada değişken ve dinamik olduğunu zannetmek bizleri yanılgıya götürür. Bu iki aşırı uca dayanan politikalar, kültürel değişmeyle bozulmayı, dönüşümle irtifa kaybını hep birbirine karıştırmıştır. Türkiye örneğinde olduğu gibi kültürü dönüştürmek adına atılan adımların, artık kültür üretemez bir millet vücuda getirdiği görülememiştir. Buna karşın esas yanılgı kültürün hep görünür bir şey olduğu inancından kaynaklanmaktadır. Oysa kültür temsil ettiği değerler açısından bakıldığında evrensel olanla yerel olanın buluştuğu, birbirini beslediği ve yeniden ürettiği anlam alanıdır.

Türkiye’nin kültürel daralması, sadece modern mimariye, şehirciliğe yahut müziğe geçtiği için değil, öncelikle kültür üretebilen bir millet olma vasfını yitirdiği için sancılı bir süreç olmaya devam etmektedir. Bireysel özgünlük ve otonomiyle kolektif norm ve kabiliyetlerin buluştuğu mecra olan kültür, bir geleneğe bağlı kalarak yaratıcı olma imkânı sunar. Kültür üretebilen bir millet olmak, bağlı olduğunuz geleneğin size sunduğu hayat alanını canlı tutmakla mümkündür. Türkiye bu kabiliyetini yitirdiği için başka kültürleri, örneğin Avrupa yahut Amerikan kültürünü ne taklit ne de tevarüs edebiliyor. Çünkü taklidin ve adaptasyonun da bir ölçüsü, biçimi ve standardı vardır. Türkiye’nin kültür tasavvuru ortaya yaratıcı sentezler sunamamaktadır. Avrupa merkezci estetik hiyerarşinin yıkılmamış olması hat, tezhip, ebru gibi geleneksel sanatları zanaat kategorisine indirgemektedir. Buna karşın resim, heykel gibi sanat dalları ise güzel sanatlar olarak takdim edilmekte ve modernliğin ölçütü olarak zikredilmektedir. Gitar çalmanın özgürlükçü ve kentli bir uğraş olarak gösterilmesi, saz ya da ney çalmanın köylü ve kısıtlayıcı bir faaliyet olarak takdim edilmesi, Türk sanat müziği ve halk müziğinin radyolarda yasaklanması, alaturka müziğin aşağılanıp çağdaşlığın ölçütü olarak gösterilmeye çalışılan klasik müziğin dinlettirilmeye çalışılması gibi uğraşılar zihniyet kalıplarının tezahürüdür. Bu zihniyet kalıbının arkasında kültürel yabancılaşma, estetik duyarlılıklar kadar Batı’nın siyasi ve ekonomik hâkimiyeti de yatmaktadır.

Her kültür formunun arkasında siyasi bir tutum ve irade yatmaktadır. Her güçlü kültür böyle bir iddiaya sahiptir. Siyasi iddiası olmayan bir kültürün insanlara güçlü bir kimlik kazandırması pek mümkün değildir. Türkiye’nin yeniden kültür üretebilen, kültür emperyalizmine direnebilen bir millet hâline gelebilmesi, rasyonel siyaseti güçlü bir ben bilinci ile birleştirebilmesine bağlıdır. Bunun başarıldığı gün Türkiye’nin kültür mirası reel ve etkin bir güç hâline gelecektir.

Türkiye’nin güçlü ve anlamlı bir kültür stratejisi geliştirebilmesi için iki saplantıdan kurtulması gerekmektedir: kendini modern dünyanın hasta adamı olarak görme saplantısı ve kendini Ortadoğu kültürünün üvey çocuğu olarak görme saplantısı. Türkiye tarihsel gecikmişlik ve kültürel geri kalmışlık sendromundan kurtulmalı ve köklü bir kültür tasavvuru oluşturmalıdır. Son yüzyıllık kültür macerasının da gösterdiği üzere Türkiye ait olduğu geleneği reddederek kültür inşasına girişemez. Kültürün de tüketilen bir meta hâline geldiği günümüz dünyasında yabancılaşma ve köksüzleşme dalgalarına karşı sağlam durabilmek için gelenek, kültür, siyasi bilinç ve ben tasavvuru arasında dengenin kurulması gerekmektedir. Bu dengenin kurulduğu gün kültürel sığlık ve yeknesaklıktan kurtulmuş bir Türkiye yeni bir kültür haritası çizmeye başlayabilecektir. Türkiye kültür ve kimlik politikalarında yeni bir paradigmaya geçmek durumundadır. Kültür bir icat işi olmayıp, var olanın yeniden keşif sürecidir. Türkiye kültür kavramının özünde taşıdığı ekme-biçme-yetiştirme işini gerçekleştirebilmek için tohumu uygun toprakla kavuşturmalı ve tohumun serpilip ürün vermesi için de gerekli iç ve dış şartları sağlamalıdır. Böylelikle Türkiye tarih ve kimlik derinliğine sahip kültür politikaları üretebilecektir.

Felsefenin Amacı İnsanı Hakikatin Bilgisine Ulaştırmaktır

Yunancadan Arapçalaşarak dilimize geçen felsefe köken itibarıyla “hikmet sevgisi” anlamına gelir. Felsefeyi bilmek ve sevmek temelleri üzerine oturtmak, daha işin başında akıl ile kalp, akli olanla hissi olan, akletmek ile tefekkür etmek arasındaki yapay ayrımları ve mesafeyi ortadan kaldırmak anlamına gelir. Bilmeyi saf aklın objektif ve matematiksel bir eylemi olarak görmek ve nesnel kabul etmek, buna karşın sevmeyi hislerin bir tezahürü olarak görmek ve öznel bir tecrübe olarak sınırlandırmak ve küçümsemek Descartes sonrası Batı felsefesinin temel sapmalarından biridir. Felsefenin kavramsal tanımının da İslâm filozofları tarafından “Eşyanın hakikatini insanın kudreti ölçüsünde olduğu gibi bilmektir.” biçiminde yapılması önemlidir. Eşyanın bilen özneden bağımsız bir anlamının olduğu ve bu anlamın akıl sahibi insan tarafından bilinebileceğine ilişkin yaklaşıma dayanan bu tanım, felsefenin varlıkla olan ilişkisini de göstermektedir. Tanımda geçen eşya var olan her şeyi kapsar ve bu kapsamda felsefe de var olan her şeyin araştırılması disiplinidir. Varlığı bir bütün olarak kavramak felsefenin temel amacıdır. Varlığın ufkunu bilen öznenin aklına indirgemek felsefenin asli tanımına aykırıdır. Gerçek tefekkür bizim dışımızdaki varlığın kabulü ve idrakiyle mümkündür.

Felsefenin kökeninde taşıdığı manadan uzaklaştırılması, farklı algılanması İslâm filozoflarının eleştirdiği başlıklardan biridir. Bu doğrultuda şair ve arif Mevlana, felsefe ve filozoflarla alakalı eleştirilerde bulunur. Akıl yoluyla her şeyden şüphe etmeyi öğütleyen septikler Mevlana’nın ilk olarak eleştirdiği filozoflardır. Septiklerin şüpheyi sadece metot olarak kullanmayıp hakikatin varlığını inkâr etmek için bir araç olarak kullanmaları eksik ve hatalı olarak değerlendirilmiştir. Mevlana’nın eleştirdiği ikinci kısım filozoflar ise İslâm düşünce geleneğinde dehriler ve tabiatçılar olarak bilinen materyalistlerdir. Hakikatin madde ve tabiattan ibaret olduğunu ileri süren bu kişilere göre varlığı ve hakikati açıklamak için maddenin ötesinde bir izaha gerek yoktur. İslâmî düşünceye göre varlığın en küçük unsurlarından biri olan maddeye varlığın kendisini indirgemek, akıl ve felsefeye sınır çekmek demektir. Üçüncü grup filozoflar ise her şeyin ancak aklın koyduğu ölçülere göre anlamlandırılması gerektiğini savunan dogmatik rasyonalistlerdir.

Mevlana’nın eleştirisine göre akıl da hakikat yolunda bir araçtır, nihai unsur değildir. Dolayısıyla üç grup filozof da hakikat yolunda aracılık eden kavramları yanlış bağlama oturtmuş ve onlara taşıyabileceklerinden fazla anlam ve yük yüklemiştir. Mevlana’ya göre bu akla da insana da yapılan bir haksızlıktır. Yaratılmış her varlık gibi aklın da bir yeri vardır ve onu doğru yere koymak gerekir. Aklın mutlaklaştırılıp ilahlaştırılmasına karşı olan Mevlana cüzi akıl ile külli akıl arasında ayrım yapar. Bilen öznenin bilme yetisi ve idrak kabiliyeti cüzi aklı oluştururken; bütün akılların feyz aldığı ilkeler bütünü ise külli aklı oluşturur. Cüzi akıl parçalarla uğraşırken, külli akıl ise parçaları birleştirir ve bütün olarak kavrar. Cüzi aklın kendini külli aklın yerine koyması ise dengenin bozulmasına neden olur ve Mevlana’nın eleştirdiği nokta da burasıdır. İlahi bir lütuf ve insanı diğer canlılardan ayıran bir nimet olan akıl, haddini bildiği zaman bir nurdur ve hikmettir.

Tefekkürü burhandan, felsefeyi mantıki çıkarımdan ve akıl yürütmeden ibaret görenler için Mevlana’nın düşünceleri aklı küçümseyici, aşktan gayrı konuşmayan, romantik ve hissi gelebilir. Hâlbuki dikkatli etüt edildiği takdirde Mevlana’nın eleştirilerinin aklın üstünde ve ötesinde bir atıf çerçevesini esas alarak akla sınır çizmeyi hedeflediği görülebilir. Felsefeyi akıl yürütme olarak tanımlayan modern düşünce, Kant’a atıfla sadece aklın sınırları içerisinde oluşturulan düşünce sistemi, sadece kendi bilme süreçleri çerçevesinde hakikati anlamlı görür. Oysaki felsefe salt zihinsel bir faaliyet değildir; felsefenin amacı insanı kendi idrak mertebesine göre hakikatin bilgisine ulaştırmaktır. Hakikati hakkıyla idrak etmek demek, hakikate göre yaşamak demektir. Bu da iyi, doğru ve güzel ilkelerine göre yaşamak demektir.

Osmanlı Düşünce Geleneğinin Anlaşılabilmesi

Osmanlı düşünce mirasının anlaşılıp anlamlandırılması için tarihsel materyallerin bir araya getirilmesi kadar yeni bir okuma ve tahlil yönteminin benimsenmesi de gerekmektedir. Osmanlı düşünce tarihi alanına eleştirel gözle bakıldığı zaman iki ana sorun öne çıkmaktadır. Birincisi, Osmanlı düşünürlerinin ortaya koyduğu eserlerin ilmi ve tenkidi bir tarzda takdimi konusudur. İkinci sorun ise Osmanlı düşünce mirasının anlaşılması, analiz edilmesi için ortaya konulan yöntem konusudur. Osmanlı düşünürlerinin ortaya koyduğu eserlerin ancak bir kısmı neşredilmiş durumdadır. Osmanlı tefekkür tarihi üzerine yapılan çalışmalar umut verici olsa da umum külliyat göz önünde bulundurulduğu zaman daha alınacak çok yolun olduğu görülebilmektedir. Metodoloji sorunu ve ham malzeme birikimi ve bunların tenkit ve tahlili Osmanlı düşünce tarihi alanında çözüme kavuşturulması gereken konulardır.

Klasik oryantalizmin İslâm dünyasındaki felsefi ve bilimsel faaliyetlerin İbn Rüşd’ün ölümüyle sona erdiği ve Gazali ile birlikte İslâm düşüncesinin şerh ve haşiye geleneğinden öteye gitmediği varsayımı, İslâm ve Osmanlı düşünce tarihi alanını derinden etkilemiştir. Bu düşüncenin de etkisiyle İbn Sina sonrası İslâm düşünce tarihi üzerine yapılan çalışmalar oldukça sınırlıdır. Bu sorunu aşmak amacıyla Henry Corbin’in ortaya koyduğu eserler ve yaklaşım tarzı kıymetlidir. Corbin’e göre İslâm düşünce geleneği 1193 yılında İbn Rüşd’ün ölümüyle beraber sona ermemiş, farklı kulvarlarda hayatiyetini sürdürmeye devam etmiştir. Felsefileşmiş kelam ile tasavvuf kültürünün yoğurduğu Osmanlı düşünce geleneği yeni sentez arayışlarını tecrübe etmiştir. İslâm felsefesi ve Osmanlı düşünce geleneğinin kendi iç dinamiklerini esas alan felsefe-bilim tarihi çalışmaları bu görüşlerin de etkisiyle yaygınlık kazanmıştır.

Osmanlı düşünce tarihinin bir ilmi çalışma alanı olarak kuluçka dönemi yaşamasının çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Gerek Batı ilim dünyasında gerekse de Türkiye’de bu sahada yapılan çalışmalar yeterli seviyede değildir. Osmanlı Devleti Batı Avrupa için yaklaşık dört yüz yıl boyunca siyasi tehdit anlamı taşımıştır. Osmanlı ile Avrupa arasında siyasi, askeri, ekonomik ve diplomatik ilişkilerin yoğunluğuna rağmen düşünce alanında aynı etkileşime rastlanmamaktadır. Bunun arkasında her iki dünyanın da dış düşünsel etkilere kapalı olmasının etkisi bulunmaktadır. Osmanlı siyasi tarihi hakkında Batı ilim çevresinde binlerle ifade edilebilecek kitap, makale, dergi, yüksek lisans ve doktora tezi, seminerler vb. bulunurken aynı merak ve ilginin Osmanlı düşünce ve medeniyet tarihi alanında görülmemesinin başka bir sebebi ise Osmanlı konusunda sahip olunan varsayımlarla ilgilidir. Osmanlı fikir, tefekkür ve teoriden ziyade savaş, fetih, diplomasi, iskân gibi pratik çerçevede düşünülmekte ve yorumlanmaktadır. Altı asırlık bir siyasi-askeri yapının düşünsel temelden yoksun olduğunu düşünmek tarihi yanlı ve eksik okumak demektir.

Osmanlı düşünce tarihinin müstakil bir çalışma alanı olarak teşekkülünü geciktiren nedenlerden bazıları ise Türkiye’nin geçmiş tecrübesinde yer almaktadır. Cumhuriyet düşüncesinin Osmanlı mirası karşısında takındığı reddedici tavır Osmanlı düşünce ve medeniyet tarihinin ihmal edilmesine neden olmuştur. Cumhuriyet kadrolarının Osmanlı’nın düşünce mirasını toptan reddetme eğilimi sadece akademik çalışmaların gecikmesine etki etmemiştir; bu tutum aynı zamanda etkisini bugün de devam ettiren kimlik ve aidiyet sorunlarının oluşmasına yol açmıştır.

Sonuç

Osmanlı’nın son dönemi ve özellikle de Cumhuriyetin kuruluş yıllarıyla birlikte siyasi elitler seküler bir kültürün inşasını radikal modernleşmenin aracı olarak görmüşlerdir. Tarihsel geç kalmışlık sendromuyla hareket eden Cumhuriyet dönemi Türkiye’si ilerlemenin önünde bir engel olarak gördüğü geleneksel kültürün yerine Türkiye’ye özgü batılı bir kültür kimliği inşa etmeye çalışmıştır. Kültür ve kimliğin radikal kopuşlardan çok sürekliliğe tabi olduğunu anlayamayan Cumhuriyet ideolojisi yerel olanla evrenseli birleştirme fırsatını yok etmişlerdir.

Türk modernleşmesinin radikal kopuş ideolojisini benimseyerek geleneğin ilim, fikir, irfan, sanat ve toplum mirasından bilerek ve isteyerek uzaklaşması, buna karşın Batı modernleşmesine ontolojik ve etik olarak intibak edememesi ortaya travmatik ve parçalı bir zihin çıkarmıştır. Birçok aydının da ifade ettiği gibi Türkiye’nin temel sorunlarından biri Türkiye’deki düşünce hayatının gelenekle olan bağını koparması ve dolayısıyla manevi servetten yoksun kalmasıdır. Bu köksüzleşme psikolojisi mimariden sanata, müzikten akademik çalışmalara, din tartışmalarından kültür faaliyetlerine kadar her alanda kendisini göstermektedir. Türkiye bugün bu travmadan çıkmak için çabalarken fikri, siyasi, toplumsal ve estetik olgunlaşma için zamana ihtiyaç duymaktadır.

Modern Türk düşüncesinin temel sorunlarından bir diğeri ise kendine ait ufku olmamasıdır. Bir tarafta köklerine yabancılaşmış, öbür tarafta kendi ufkunu yitirmiş bir Türkiye’nin dünyaya ve dünyadaki konumuna ilişkin bir iddiadan bahsetmek mümkün değildir. Bunun yerine geçmişten süregelen geleneği ve geleceğin açık ufuk perspektifi ile potansiyelinin bilincinde bir Türkiye gücüne güç katacaktır. Toplumsal muhayyile bir toplumun bütün olarak bir arada var olmasını sağlayan temel kabulleri ve davranış biçimlerini ifade eder. Toplumsal muhayyile bir topluluğun ben tasavvurunu, toplum duygusunu, tarih algısını, kültür kodlarını ve değerler sistemini işaret eder. Bir tarafta köklere, tarihe ve geleneğe dayanan, öbür tarafta geleceğe dönük olan açık ufuk, kapalı bir sistem değildir ve tekâmüle açıktır.

Bir medeniyetin geliştirdiği sosyal-siyasi düzene şekil veren ve içerik kazandıran unsur, o medeniyetin sahip olduğu dünya görüşü ve varlık tasavvurudur. Medeniyet ve tekniği ortaya çıkartan tutum ve davranışlar varlık karşısında geliştirilen idrak biçiminin maddi hayattaki yansımalarıdır.  Bölgesel önemi gittikçe artan Türkiye jeostratejik konumuyla uygun bir kültür stratejisi geliştirecek kuvvettedir. Türkiye’nin küresel ve bölgesel dengeler karşısında yapacağı tercihler onun kültür politikalarına da yansıyacaktır. Kültürel sığlığın ve yeknesaklığın hız kazandığı günümüz dünyasında Türkiye egzotikliğin ve hamasetin ötesinde derinlikli ve erdemli bir kültür birikimi oluşturabilecek imkâna sahiptir. Türkiye hem farklı kültür geleneklerinin taşıyıcısı hem de kendi değerlerinin temsilcisi ve koruyucusu olarak öne çıkarken bugününü anlamlandırmak ve geleceğini de inşa etmek için kendi kültür mirasından beslenmek zorundadır.

Hazırlayan: Ömer Avcı