Akif, 1925 yılında ailesini de alarak Mısır’a gitmiştir. Daha önce 1914, 1915’te görevli olarak, 1923, 1924 ve 1925’te de Abbas Halim Paşa’nın misafiri olarak gidip geldiği bu ülkeye yerleşmiştir. 1925 yılında İstanbul’dan Mısır’a kalkan gemide başlayan yolculuk olmasa idi muhtemelen ne Yozgatlı İhsan Efendi hakkında malumatımız olacaktı ne de Akif’in Mısır günleri hakkında bir şeyler yazabilecektik. Bu tarihte başlayıp 1936 yılına kadar süren on bir yıllık Mısır günlerinde Mehmet Akif’in hayatında en belirgin iz “Ona gurbeti unutturan ve gurbeti aşina kılan” en hakikatli dost Yozgatlı İhsan Efendi olmuştur.
Âlimlerden özel eğitim aldı
Mehmed İhsan Efendi, 1902 yılında Yozgat’ta doğdu. Babası, Ağvanlı (Ayan) oğullarından Molla Mehmed oğlu Hacı Abdülaziz Efendi’dir. Annesi, Sultan Abdülmecid döneminde Yozgat’a yerleşen ve padişahın büyük iltifatına mazhar olan Dağıstanlıoğullarından Şeyh Tayyib’in kızı Fatma Hanım’dır. İhsan Efendi, ilk eğitimini amcası Abdürrezzak Efendi’den aldı. İbtidâî ve idâdî mekteplerinden mezun olduktan sonra bir süre Yozgat’taki Mekteb-i Sultânî’de ve medreselerde okudu. Merkezi İstanbul’da olmak üzere İkinci Meşrutiyet döneminde yeni bir tedrisat sistemi ile kurulan “Dârü’l-hilâfetü’l-aliyye’”medresesinin birinci devresini (İbtidâ-i hâric) Yozgat’taki şubesinde bitirip, ikinci devresine (İbtidâ-i dâhil) devam ederken, dönemin ileri gelen âlimlerinden de özel eğitim gördü.[i] Yozgat’ta ilim tahsilinde daha ileri seviyeye gidemeyeceğini görünce önce İstanbul’a, oradan Kahire’ye gitti (1924).
İhsan Efendi’nin Mısır’a gidiş hikâyesi
İhsan Efendi’nin Kahire’ye gidişi ile ilgili anlatılan hadise de dikkat çekicidir. Kendisi ile aynı dönemlerde İstanbul’da tahsil için bulunan hemşehrisi Yozgatlı Şeyhzâde Ahmet Efendi ismi ile maruf Ahmet Şevki Ergin de İstanbul İmam Hatip Okulu son sınıf öğrencisidir. Bir gün Mısır Hidivi’nin aile fertlerini Kahire’ye götürmek üzere bir gemi Dolmabahçe açıklarına demirlemiş, günlerdir beklemektedir. Mısır’a okutmak için birkaç talebe de götürecekleri şayiası öğrenciler arasında fısıltı olarak yayılmaya başlamış, okul arkadaşlarından birkaç kişiyle beraber o da bu gemi ile Mısır’a gitmek için müracaat etmişti. Etmiş ama kader Ahmet Efendi’nin orada da peşini bırakmamış. Bu sırada şiddetli karın ağrısı ve karın zarının su toplayıp, karnının şişmesi sonucu hastaneye kaldırılmış. Kısa bir süre sonra ameliyat edilerek elim ıstıraptan kurtulmuş. Daha hastanede ameliyat sonrası tedavisi devam ettiği günlerde, İstanbul’a beraber geldikleri ve Mısır’a gitmek için beraber müracaat ettikleri Yozgatlı arkadaşı Hacı Azizzâde İhsan (İhsanoğlu) Efendi hastaneye gelerek:
“Hidiv ailesi bizi gemiyle götürmeye kabul ettiler, ancak yaşımın ilerlemiş olması sebebiyle beni gemiye bırakmıyorlar, ben gidemiyorum. Sen de ameliyat oldun, gidemiyorsun. Senin nüfus kâğıdını ben alayım, hiç olmazsa senin yerine ben gideyim…” diye ricada bulunmuş ve oradan ayrılmış. Ahmet Efendi, bu noktada fedakârlık göstererek İhsan Efendi’nin teklifini yerine getirmiş olmalı ki kendisi Mısır’a gidemezken İhsan Efendi, bir müddet sonra o gemi ile Kahire’ye gitmiş, Mısır’a gittikten sonra da bir daha Türkiye’ye dönememiştir.[ii]
Ezher’de arzu ettiği ilim ve irfan muhitini bulunca resmi programların dışında devrin âlimlerinin klasik tarzda yürüttükleri derslere katılarak icazet aldı. 16 Senelik tahsil devresini 12 senede tamamladı. İhsan Efendi, Sultan I. Mahmud zamanında Kahire’de inşa edilen Sultan I. Mahmut Medresesi’nde 1937-1958 yılları arasında hem müderrislik ve hem de müdürlük vazifesini yerine getirmiştir. Mehmed İhsan Efendi, 1935-1952 yıllarında kralın mütercimi ve Âbidîn Kraliyet Sarayı’nın Türk arşivi başuzmanı olarak çalıştı. Bu sırada Kral Fuâd’ın kendisine “beylik” rütbesini tevcihini kabul etmedi.
Mısır Milli Kütüphanesinde katalog çalışması
Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye’deki (Mısır Milli Kütüphanesi) Türkçe yazma ve basma eserlerin fihrist ve kataloglarının hazırlanmasını sağladı. 1960’da Kahire’de İslâm dünyasının tanınmış büyük âlimlerinin katılmasıyla, İslâm dini ve tefekkürünün muhtaç olduğu yeni ilmi çalışmaları yapmakla vazifeli olarak kurulan “el-Meclisü’l-Ala liş-şüû el-İslâmiye”ye (İslâmî İşler Yüksek Kurulu) âzâ seçilmiştir. Hem âlim, hem de dersleri güzel anlatan bir muallim olan İhsan Efendi, Arapça belagattan “Cevher-i Meknun” okuttuğu bir gün talebenin dikkatsiz olanını fark eder ve hemen onu uyandırırdı.
İhsan Efendi, talebelerine karşı müşfik bir baba gibi muamele ederdi. Hatta bayramlarda talebeleri evine davet eder, bayram yemeğini talebeleri ile birlikte yerdi. Yemekten sonra sohbet yapılır ardından Hafız Kemal’in Mevlid’i taş plaktan dinlenirmiş. İsmail Ezherli, İhsan Efendi ile aynı odada dokuz sene kalmıştır. İhsan Efendi’ye dair şunları söylüyor:
Birbirini yolculukta tanıyan iki dost ve Mısır günleri
İhsan Efendi ile Akif’i bir kader çizgisinde Mısır’da buluşturan, Akif’in son defa Mısır’a çıktığı yolculuktur. Ancak İhsan Efendi’yi tarih, hep Mehmet Akif ve Kur’an Meali üzerinden yazmış ve okumuştur. Aralarındaki hukuk, mealin hazırlanması ve sonrasında yaşananlardan çok öte bir derinliğe sahiptir.
Tekkede Vakit Geçirilirdi
Mehmet Akif, Hilvan’da oturmaktadır. Ancak her Cuma günü bir mutadı vardır. O da İhsan Efendi’nin yanına gitmek. İhsan Efendi ile buluşulur, Cuma namazı için Akif’in sesine meftun olduğu Âmâ Hafız Şıh Rıfat’ın camisine gidilir. Şıh Rıfat namazdan önce mukabele okumaktadır. Bu cami, İhsan Efendi’nin kaldığı ve görev yaptığı Sultan I. Mahmut Tekkesine yürüme mesafesindedir. Cuma’dan sonra akşama kadar Akif, tekkede, İhsan Efendi ve diğer dostları ile vakit geçirir, yemekler yenir, çaylar içilir.
İhsan Efendi, Akif’in medreseye geldiği günü bir bayram olarak telakki ediyor. Yanlarına geldiğinde kalbinin genişlediğini, göğsünün ferahladığını söyleyen İhsan Efendi, Akif’in kendilerine şiirler okuyup, güzel sözler ve hikâyelerle mest ettiğini belirtiyor. Diyar-ı gurbette kendileri için bir baba, bir hoca mesabesinde olan Akif’i görünce memleketi görmüş gibi sevindiklerini ifade ediyor. Muhtemeldir ki bu durum aynen Akif için de geçerlidir. Zira bir gün medreseye gelir. Yorgun görünmektedir. Terlemiştir. Bir iki yere gitmiş, medreseyi bulamamıştır. Ve der ki: “Eğer sizi de bulmasaydım, şuracıkta oturup ağlayacaktım.”
Ali Ulvi Kurucu’nun hatıralarında Mehmet Akif ve İhsan Efendi
Merhum Ali Ulvi Kurucu, Ezher Üniversitesi’nde okuduğu yıllarda (1940-1946) Kahire’de bulunan Müderris İhsan Efendi, Seyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ve onun oğlu şair İbrahim Sabri Bey’le çok yakın münasebetler kurmuştur.
Ali Ulvi Kurucu merhumun hatıralarının ilerleyen sayfalarında İhsan Efendi’den dinlediklerini şöyle nakleder:
1941 yılındaydı: İhsan Efendi Hoca’nın dersindeydik. Eski Gerede müftüsünün oğlu Nevzad, elinde bir kitapla geldi. İstanbul’dan Eşref Edip Bey göndermiş. Hoca paketi açtı. Midhat Cemal Kuntay’ın yazdığı “Mehmed Akif kitabıydı.” O sırada İsmail Ezherli, Ahmed Davudoğlu, Muharrem Develioğlu, Bulgaristanlı talebe kardeşlerimiz, Mustafa Runyun ve Ali Yakup Beylerle başka talebe arkadaşlar da vardı. İhsan Efendi kitabın sayfalarını çevirince, aralardaki fotoğraflar göründü. Bunların birinde, Akif Bey yaşlı, hasta, sırtında paltosuyla bastonuna dayanmış görülüyordu. Sayfanın arkasında, Akif Bey’in, kendi fotoğrafını görünce yazdığı kıta vardı:
Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiçbiri yok!
Sen mi kaldın, yalınız kafileden böyle uzak?
Postu sermekse muradın yola, serdirmezler;
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak.
İhsan Efendi’nin o fotoğrafa bakıp, bu kıtayı okurken gözünden boşanan yaşları hiç unutmam... Şunları söylemişti: Akif Bey, hastalık günlerinde tekkeye geldiğinde, öksürür, tükürmesi icap eder; dışarıya çıkmak ister; “Efendim rahatsız olmayın, bir leğen getirelim” deriz, kabul etmez, “Yok bir şey... Yalnız üzerimde bir yorgunluk var. Neden bilmem? Bir iş yaptığım da yok... Yahu ben eskiden filan yerden filan yere kadar yürürdüm. Vasıtaya binmezdim. Şimdi tramvayla geldim. Az bir şey yürüdüm, yoruldum. Ne oluyor bana? Sanki eskiden o mesafeleri yürüyen yürüyen, o güreşleri yapan adam ben değilim!” diye cevap verir, dışarı çıkar, gelirdi.”
İki sadık dostun dünyada son vedası
İhsan Efendi, Akif’in Mısır’dan ayrılmasına sebep olan hastalığını öğrenince büyük bir üzüntüye gark olmuştur. Öyle bir hüzün ve hissiyat ki şu cümlelerle dile gelmiştir:
“Onun hastalığına muttali olduğumuz zaman yıldırımla vurulmuşa döndük. Çok kuvvetli bir bünyesi vardı. Böyle ciğerinden hastalanacağı hiç hatıra gelmezdi. Her şeyi kendine derd ediyor, içine atıyordu.
İstanbul’a gideceği sırada son defa beni ziyarete geldiği zaman bitab bir halde idi. Canlı cenaze gibi kendisini karyolamın üzerine atmış, uzanmıştı. Hayli istirahat etti. O gün gözyaşlarıyla ayrıldık. Artık bir daha kendisini göremeyeceğimiz belli idi.
Çok seneler beraber geçirdik. Onun elemlerine, ferahlarına iştirak ettik. Bir şeye canı sıkılsa yahut neşelense koşup bize gelirdi. Nâçiz odamızda gördüğü samimiyet ve hürmet, onu çok memnun ederdi. Gamı dağılır yahut neşesini odamıza yayardı.
Bu gurbet ellerinde böylece seneler geçti. Onun varlığı, onun muhabbeti kalblerimizi o kadar doldurdu ki, onu hâlâ yaşıyor zannediyoruz. Ölümünü bir türlü havsalamız almıyor. O, ne büyük insandı! İnsan-ı kâmildi! O pâyeye ermek bir insan için ne büyük devlettir! Allah rahmetine mazhar etsin.”[iii]
Kâmil Büyüker, "Akif’e Gurbeti Aşina Kılan Dostu Yozgatlı İhsan Efendi", Kitabın Ortası, Sayı: 14.
DİPNOTLAR
[i]‘‘Mehmet İhsan Efendi”, DİA, y: 2003, c: 28, s. 490-491.
[ii]Ergin, Ali Şakir, Gönül Ufkunda Bir Şeyh Bir Şeyhzâde,
İstanbul, 2014, s.74-75.
[iii] Edib, a.g.e.; s213