Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Müslümanlar arasında en fazla merak edilen, ilgi duyulan, yanlış anlaşılan ve tartışılan konulardan birisi tasavvuftur. Özellikle son dönemde popüler kültürün tasavvuftan kendi çıkarları doğrultusunda istifade etmesi, birçok insanın tepkisini çekiyor ve maalesef kimi zaman bu tepki, tasavvufu sulandıran ve yozlaştıranlardan ziyade, tasavvufun kendisine yöneltiliyor.
Tasavvufun ne olduğunu, tarifini, gereklerini; bu işin pîri olan birisinden, merhum Mahmud Esad Coşan Hocaefendi’den dinlemek imkânı vermesi açısından, merhum Akif İnan’ın kendisiyle gerçekleştirdiği ve Mavera dergisinin Mayıs 1981 tarihli 54. sayısında yayınlanan röportaj metni çok önemli.
“Doç. Dr. Halil Necatioğlu ile Tasavvuf Üzerine Sohbet” başlıklı röportaj, sonraki yıllarda İslam Mecmuası Yayınları ve Seha Neşriyat tarafından kitapçık olarak da yayınlanmış, fakat bugün artık piyasada bulunmuyor. Bunun yerine röportaj metnine iskenderpasa.com adresinden veya Mavera dergisinin Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi tarafından yayınlanan online arşivinden erişmek mümkün.
Cevaplar kadar sorular da mühim
Röportajlarda gözden kaçabiliyor olsa da sorular, en az cevaplar kadar önemlidir. Öncelikle Akif İnan’ın yönelttiği soruların açıklayıcılığına ve netliğine dikkat çekmek gerekiyor bu röportajda. Konunun dışına çıkmadan, konuşulan alanın derinlemesine açıklanması, Esad Coşan Hocanın birikiminin yanında, Akif İnan’ın sorularından da kaynaklanıyor.
Röportajda temel alınan ve her noktada vurgu yapılan üç temel kavram var: Şeriat, tasavvuf ve tarikat.
Şeriat, İslâm’ın bireysel ve toplumsal manada tüm kurallarını, görevlerini, yasaklarını kapsayan bir alan. Esad Coşan’a göre şeriat ve tasavvuf birbirinden asla ayrılamaz. Hatta bunu şu veciz ifadeyle röportajda da dile getiriyor: “Tasavvufu şeriattan ayırmak, insanın derisini yüzerek etinden ayırmak gibi bir şeydir.” Tarikat ise şeriat hükümlerinin hâle intikalidir.
İki temel soru
Tasavvuf mevzubahis olduğunda iki temel soru gelir karşımıza. Bunlardan birisi, tasavvufun kökeninin nereye dayandığı, ikincisi ise tasavvufî uygulamaların şeriata uygunluğu.
Esad Coşan, tasavvufun temellerini Asr-ı Saadet’e dayandırıyor. Bunu söylerken de tasavvufu bir disiplin olarak değil, bir hâl olarak ele alıyor. Zaten ona göre tasavvuf, Resulullah (s.a.) ve ashabı gibi yaşama yöntemidir. Buna delil olarak da yine veciz bir ifade kullanıyor ve diyor ki: “Buhari’nin hadisleri yazması sebebiyle hadis şu zamanda ortaya çıkmıştır demek ne kadar yanlış ise; tasavvufun da sonradan ortaya çıktığını söylemek o kadar yanlıştır.” Bu açıdan baktığımızda tasavvuf en baştan beri İslâm’ın hükümleriyle şekillenmiş, fakat sonraki yüzyıllarda diğer disiplinler gibi isimlendirilerek farklı bir tanıma tâbi tutulmuştur diyebiliriz. Hocaefendinin tasavvuf’u “söz değil hâldir” diyerek tanımlaması da bu yaklaşımı doğrular niteliktedir.
İkinci soru ise daha şümüllü ve cevaplaması daha zor bir soru. Röportajda buna değinilirken özellikle sonradan Müslüman olan grupların eski alışkanlıklarını devam ettirmesi öne çıkarılıyor. Zira bu alışkanlıklardan bir kısmı İslâm’a tezat oluşturmuyor ve rahatlıkla devam ettiriliyorken İslâm’a uymayan bir kısmı da devam ettirilmek amacıyla çeşitli yollarla İslâm kılıfına büründürülerek yaşatılıyor. Bu anlayış, bir zaman sonra bâtıl tarikatların ortaya çıkmasına sebebiyet veriyor ki bugün tasavvufa yöneltilen eleştirilerin belki de büyük kısmı bu alandan kaynaklıdır. Zaten hocaefendi de “tasavvufun temsilini tam anlamıyla tarikatta bulmuş olması” konusunda şüphelerini röportajda dile getiriyor.
Günümüzde tasavvuf ne durumda?
Bütün bunlar sonucu Martin Lings’in ifadesi geliyor aklıma: “Önceleri tasavvufun adı yoktu, kendisi vardı. Şimdilerde ise adı var, kendisi yok.” Zira hâl terk edilince ortada sadece söz kalıyor ve mâlum olduğu üzere günümüzde artık sözün de bir kıymeti kalmamış durumda. Esad Coşan da “bizim düşmanlarımız bizi bizden iyi gördükleri için, malum çevrelerde tasavvufa bu kadar düşmanlık vardır” diyor. Ben bunu “düşmanlık” olarak değil de “ilgi” olarak düşünme taraftarıyım bugün. Zira günümüzde tasavvuf, bir nevi “Şeriattan bağımsız İslam” olarak yansıtılmaya çalışılıyor. Bunun geçmişteki yansımalarına da röportajda değinilmiş. Akif İnan’ın “tasavvuftan, şeriatın dar kalıplarını ve toplumu sıkboğaz eden hükümlerini esnetip rahatlatan bir ortam diye bahsediliyor” minvalindeki sorusuna Esad Coşan, yine daha önce vurguladığı şeriat-tasavvuf ayrılmazlığını öne sürerek cevap veriyor ve bu sözlerin, söyleyenlerinin kuruntularından ibaret olduğunu ifade ediyor.
Mevlâ’mızı bulmak zorundayız
Sonuç olarak Esad Coşan Hocaefendi, tasavvufu insanın yaşantısı için bir gereklilik olarak dile getiriyor. Zira insanın manevi ihtiyaçlarını bir şekilde tatmin etmesi gerekmektedir ve son 300 yılda gördüğümüz üzere Batı düşüncesi, bilimi, Aydınlanma'sı ve ideolojileri bunu sağlayamamıştır; modern insan manevî bir açlık duymaktadır ve bu ihtiyacını geçici tatmin edicilerle uyuşturmaktadır. Oysa insan, Mevlâ’sını muhakkak bulmak zorundadır ve bu da ancak Allah’ın bildirdikleri üzerinde dosdoğru yürümekle mümkündür.
İsmail Kaplan yazdı