Akif Hasan Kaya, hem duygu hem de düşünce ağırlıklı öyküler yazıyor. Öykülerinde, insanlığın kötülükle olan mücadelesini işliyor. Toplumdaki eşitsizlikler, haklıya hakkının teslim edilmemesi, güçsüz durumdaki insanlara reva görülen insanlık dışı muameleler, insanların birbirlerine olan acımasızlıkları öyküleştiriliyor. Uzun ve Lacivert Günler kitabının öyküleri de böyle… Her bir öyküde toplumsal bir problem ele alınıyor. Her ne kadar öyküde anlatılan toplumsal bir mesele olsa da meselenin bireydeki yansımalarına da değiniliyor.
Öykücünün güncel meseleleri işlemesi, ona hem avantaj, hem de dezavantaj sağlar. Avantajlı tarafı, günceli konu edinen öykülerin okurun dünyasında hemen yankı ve karşılık bulmasıdır. Dezavantajlı tarafı ise, birer tüketim malzemesi hâline getirilen güncelin, öyküleri de tüketim nesnesi hâline getirebilme olasılığıdır. Bu olumsuz ihtimal, öykücünün kullandığı dil ve üslup ile yakından ilişkili. Yazarın/öykücünün bugünden etkilenmemesi imkânsız. Öykücünün yaşadıklarını öyküleştirmesinden daha doğal bir şey düşünülemez. Hasan Kaya, yarına kalacak bir anlatımla güncelden besleniyor ve bunları öyküsüne taşıyor. Böylelikle öyküleri, tüketime açık olmaktan korunuyor. Kaya, güncel bir meseleden yola çıkarak her zamanda yaşanabilecek muhtemel sıkıntıları öyküleştiriyor. Sanatçı duyarlılığı ile öyküde dile getirilen problemler, öykücünün savunduğu düşünceyi de içine alarak okurun karşısına çıkıyor. Akif Hasan Kaya, kuru bir anlatımdan, kuru bir duygusallıktan uzak, insanı duyarlılığa davet eden bir dil ile yazıyor.
Kaya ile, son öykü kitabı Uzun ve Lacivert Günler üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşimiz, Akif Hasan Kaya’da öykünün nasıl uyandığını, öyküye bakışını ve heybesine düşenlerin nasıl öyküye evrildiğini anlatıyor.
Akif Hasan Kaya, ilk öykü kitabını 2012’de (Islak Kibritler), ikinci öykü kitabını 2014’te (Ölmüş Oyuncaklar Müzesi), üçüncü öykü kitabı Uzun ve Lacivert Günleri 2015’te çıkardı. Her yazın türü bir çaba, emek, zaman istiyor. Öykü yazmak da, düşüncenin yanı sıra, yoğun bir duygulanım süreci istiyor. Kısa aralıklarla öykü kitapları yayınlamanız, öykü üzerine nasıl çalıştığınızı düşündürüyor. Öykü okumalarınız, öykü yazmalarınız hakkında neler söylersiniz?
Aslına bakarsanız bunun net bir cevabı yok. Elbette öykü hep benimle beraber, aklımdan sürekli öykü cümleleri geçiyor. Gördüklerimden, duyduklarımdan, okuduklarımdan muhayyilemin tetiklendiği oluyor. Sonra bunu nasıl öyküleştiririm diye üzerinde düşünüyorum. Bu süreç bazen bir gün olabilirken bazen yıllara yayılıyor. Bazen aylarca öykü yazmadığım oluyor ama dediğim gibi sürekli aklımda öykü olduğu için bir kopuş olmuyor.
Örnek olarak şunu söyleyebilirim: Uzun ve Lacivert Günler’de “Göl” isminde bir öykü var malumunuz. Bu öykünün en can alıcı sahnelerinden birisi olan, bir oğlağı canlı canlı yüzme olayını yaklaşık olarak öyküyü yazmadan beş yıl kadar önce duymuştum. Çeteye yeni katılmak isteyenlere eskiden bu yaptırılırmış. Yani adamın bir oğlağı bile canlı yüzecek cesareti yoksa adam öldüremez, kadınları hatta çocukları katledemez diye düşünüldüğü için çeteye kabul edilmezmiş. Ateşte iyice kızdırılmış bir sacayağını altınların ya da paraların yerini söylemeyen insanların boynuna geçiren, onlara işkence eden vicdansız bir topluluktan söz ediyoruz. Bu tür işkencelere maruz kalmış, boynunda yanık izleri olan insanlar yakın zamana kadar yaşıyordu. Bu tür olayları anlatırlardı. Konuyu biraz dağıtmış olabilirim ama sorunuzla ilintili olduğunu düşündüğüm için biraz uzattım. İşte “Göl” öyküsü bu beş yıllık beklemenin ardından yazıldı. Bu beklemeler, demlenmeler sık aralıklarla olduğu için belki de sizde kısa aralıklarla öykü yazdığım algısı oluşmuş olabilir.
Diğer taraftan, öykü yazmayı seviyorum. Hatta yazdığım bir öyküyle oynamayı, onu evirip çevirmeyi… Bozup yeniden kurmak hoşuma gidiyor. Bazen öykü bittiğinde öyle bir hale geliyor ki, ilk yazdığımla tema hariç bir alakası kalmıyor. Aşkar dergisine öykü gönderen genç arkadaşlara da en önemli tavsiyelerimden birisi bu oluyor. Yani, metin üzerinde uzun süre çalışacak sabırları yoksa ve bundan zevk almıyorlarsa o öykünün kötü olacağını düşünüyorum.
Okumak dediniz; okumanın tadını tarif etmek zor olur. Ama çok okumanın da hastalıklı bir tarafı var. İyi, nitelikli bir kitap bulmak bazen zor olabiliyor. Bulunca da çabucak bitmesin diye dua ediyorum. Ağır ağır okuyorum. Sonra yeniden iyi kitap aramaya devam. Okumanın yazmayla direkt bir bağlantısı var elbette. Onun için yazmaktan çok okumaya zaman ayırıyorum diyebilirim.
Bir de öykünün kuramsal yönü var. Öykü kuramı üzerine kafa yorduğunuz oluyor mu? Yoksa bazı öykücüler gibi “Ben sadece öykümü yazarım” mı diyorsunuz?
Elbette bazen kuram üzerine düşündüğüm oluyor. Hatta bu konuda ciddi okumalar da yaptım. Bazen yazdıklarımın neye tekabül ettiğini merak etmiyor değilim. Ama bunu eleştirmenlere ve akademisyenlere bırakmak daha doğru geliyor bana. Dediğiniz gibi, ben yapabildiğim şeyi yapmaya yani öykü yazmaya devam etmeliyim. Yukarıda da dediğim gibi öykü yazmayı ve öykü düşünmeyi daha çok seviyorum.
İlk kitabınızdan son kitabınıza değin öykülerinize genel bir bakış attığımızda, toplumun/insanlığın sıkıntılarını öyküleştirdiğinizi görüyoruz. Böyle yazan birçok öykücü var. Öykülerinizin insanlığın sıkıntılarını/acılarını içermesi yönüyle okur tarafından karşılık bulduğunu düşünüyor musunuz? Şu açıdan soruyorum bu soruyu; birçok yaraya değinilmesine rağmen hâlâ yolunda gitmeyen, hâlâ o noktalara dikkat çekilmemiş gibi hareket eden bir yapılanma söz konusu. Bu biraz da öykücüyü/yazarı hayal kırıklığına uğratmıyor mu?
Evet, bazen kör kuyu taşlıyormuşum gibi bir his yaşıyorum. Ama sonra dönüp bakınca görüyorum ki benim elimden sadece bu geliyor. Ancak öykü yazabiliyorum. Onu da yapmazsam başka ne yapabilirim bilmiyorum?
Yazığım öykülerin okuyucuda nasıl karşılık bulduğunu bilmiyorum açıkçası. Bazen okurlardan mailler aldığım oluyor. Sosyal medyadan da ulaşanlar oluyor. Bunlar belirleyici şeyler değil benim için. Asıl olan şu: Öyküyü okuduktan sonra, öyküsünü yazdığım olaylara karşı bir dikkat, bir değişme oluyor mu? Bu önemli diye düşünüyorum. Eğer oluyorsa öykü görevini yerine getirmiş demektir.
Diğer taraftan sanatın amacı insanlığın sıkıntılarını dindirmek, açları doyurmak, yeryüzünü imar etmek değildir zaten. Ama olması gerektiği anlamda sanat icra edilirse bunlarda bir azalma olur diye düşünüyorum. Bir anlamda da benim öyküye bakış açım zaten muhalefet üzerine kurulu diyebilirim. Sadece politik olarak değil, daha geniş anlamda hayatın hemen her alanı için bu geçerli.
Kitabınıza ismini verdiğiniz “Uzun ve Lacivert Günler” öyküsünü değerli öykücü İsmail Isparta’ya ithaf ediyorsunuz. Bu öykü, neden isim olarak tercih edildi?
Bu öykü, üzerinde çok çalıştığım ve severek yazdığım bir öyküydü. Ayrıca İsmail’e ithaf etmem ve öykünün isminin de güzel olması bir etkendi. Kitaba da bir isim lazımdı. Bu kadar etken üst üste gelince bari bu olsun dedim. Sonra baktım güzel oldu. Fikirlerini önemsediğim kimi dostlarımdan da bu konuda görüş aldım. Onlar da olumlu dönüş yaptılar. Bazen öyle olur. Geldi mi, üst üste gelir.
Güncel konularda öyküler yazıyorsunuz. Maden faciasını öyküleştirdiğiniz “301” öyküsü gibi. Güncel konularda yazmak sizi tereddüde düşürüyor mu? Güncel konuları içeren öyküler/metinler tüketime açık olabiliyor çünkü. Ayrıca genç bir öykücü, güncel meselelerde öyküler yazarak öykü serüvenine başlasa güncelin magazinsel ve tüketime açık tuzağına düşebilir mi?
Bu sorunuz çok önemli. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, ele alınan temayı anlatırken, olayı öykünün içine yedirmek, belki iyice gömmek ve olayı bütün zamanların meselesi haline getirmek. Yani 301 madencinin yaşamını yitirdiği faciayı yazdıktan sonra başka kazalar da oldu. Olmaya devam ediyor. Burada aslında yazdığım şey güncel bir mesele değil; güncel bir meseleden hareketle daha geniş bir çerçeveden insanlık halleridir. Böyle bakınca aslında buna güncel demek yanlış olur.
Şöyle yapalım, o temayı değiştirelim, maden olmasın. Mesela haddehanede demir çekenler ya da inşaat işçileri olsun. Ne değişir? Tazminat çıkmasın diye on bir aylık sözleşmelerle taşeron firmalarında çalıştırılan, emekleri ve alın terleri sömürülen yüzbinlerce işçi var. Her gün iş kazaları oluyor ve insanlar helal rızık peşinde ölüyor. Bu insanlar çok kıymetli benim için. Keşke bu olaylar hiç olmasa ve bu öyküleri yazmasak. Keşke yazdıklarımız bir işe yarasa da bir kişinin bile burnu kanamasa. Bütün öyküler, bütün kitaplar yerin dibine batsa ve şu kısacık hayatı adam gibi yaşamayı öğrenebilsek. İnsan hayatını hırsları için, daha çok kazanabilmek için hiçe sayanlara karşı bir şey yapabilsek. Sorularınızı cevaplarken bir şey gördüm. Kozmetik için harcanan paranın yüzde biriyle dünyada bütün su sorunu çözülebilirmiş. Ama istatistiklere göre Afrika’da her dört dakikada bir çocuk temiz su içemediği için ölüyor. Ben bunları yazarken en az on çocuk ölmüş olabilir. Siz okurken de ölecek… Güncel! Evet!
Kimseye akıl vermek haddime değil ama öykü yazmaya yeni başlamış genç arkadaşlara –eğer sorarlarsa- bazen kimi tavsiyelerde bulunuyorum. Güncel yazmak zordur. Soğumuş olayları yazmak daha iyi olabilir. Çünkü zaman geçtikçe biz meseleye daha serinkanlı yaklaşırız. Öfkelerimiz yatışır. Böylece metne daha nesnel bakabiliriz. Şöyle diyorum genç arkadaşlara; yaz, olmazsa yırtar atarsın. Emeğinize acımayın. Çalışmaya devam edin.
Öyküleriniz salt duygu kanalıyla değil düşünce kanalıyla da etkiliyor okuru. Bu açıdan bir öykücü salt duygusal bir metin kaleme alarak melodrama düşmeden yazabilir mi? Öykücüler arasında sıkça eleştirilen ve gündeme getirilen melodram bahsini nasıl anlamalıyız?
Melodramın en asil duyguları, fikirleri bile bayağılaştıran bir tarafı var. Buna dikkat etmek lazım. Bir konu tuzaklara düşmeden elbette yazılabilir. Yazılamaz demek yanlış olur. Ama bu sadece bir yönü. Daha meseleyi ele alış biçimi var, olay örgüsü var, kurgu var, dil var, biçim var… Bütün bunların iyi harmanlanması bir öyküyü iyi yapar.
“Ben Yapmadım” öykünüzün girişinde “Ben uyanana kadar arkamda dağ gibi ceset birikmişti.” diyorsunuz. Kaç hayat birikiyor, kaç öykü geçiyor üzerimizden ve nice öyküler birikiyor ardımızda. Akif Hasan Kaya’ya öykü nasıl gelir, o uyanana kadar geçen sürede mi, tam manasıyla uyanınca mı?
Google’a “Yetiştirme yurdunda dehşet görüntüler” yazın. O görüntüleri izlediğimde uyudum mu, uyandım mı bilmiyorum. Ama oradan geçmeyen, o olaylara değinmeyen bir edebiyatı, öyküyü tanımıyorum.
Bir öykücünün okumazsa olmazı var mıdır size göre, varsa bunlar hangi kitaplardır?
Yalnız birkaç kitaptan bahsetmem mümkün değil. Olmazsa olmazım yok. Ama sevdiğim kitaplar ve yazarlar var. Bu liste uzun olur. Bence hiç başlamayalım. Ama şunu yapıyorum; bir yazarın birkaç kitabını okuyorum. Seversem bütün kitaplarını okuyorum.
Bundan başka en vazgeçemediğim ve en sevdiğim şey, yol arkadaşlarımla, dostlarımla birlikte yürümek. Yalnızca edebiyatı, öyküyü değil, bütün bir hayatı paylaşmak. Bunu çok önemsiyorum. Hepsine selam olsun.
Bu güzel söyleşi için Dünya Bizim adına teşekkür ederim.
Vakit ayırdığınız için ben de size teşekkür ederim.
Hatice Ebrar Akbulut konuştu