18 farklı din ve mezhepten insanın bir arada yaşadığı, temel dinamiği bu çeşitlilik üzerine kurulmuş çarpıcı bir ülke Lübnan. Doğu Akdeniz’in ılıman ikliminde denize paralel bir dağ silsilesinden içeri doğru açılan birkaç vadi ve iç kesimlerdeki platodan meydana gelmiş küçük bir ülke. Antik çağlarda Fenikelilerin yurdu olmuş. O çağlarda gemi yapımı için çok mühim bir malzeme olan Sedir ağaçlarının bol yetiştiği dağlarından getirilen tomruklar sahildeki liman şehirlerinden başta Mısır olmak üzere diğer ülkelere gönderiliyormuş. Denizcilik ve ticaretle gönenen bir uygarlık kurmuşlar Fenikeliler.
Yunan, Roma ve Arap hakimiyetine girmiş. İslam orduları tarafından Suriye’nin fethiyle birlikte Müslümanlar tarafından idare edilmiş ve Haçlıların elinde kaldığı bir asrın ardından Memlûkler tarafından yeniden fethedilmiş. 1516’da Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na katılan bu topraklar, 1918 ‘den sonra, 30 yıl kadar da, Fransız sömürgesi olmuş. 1943 de bağımsızlığını kazanan ülkede pamuk ipliğiyle bağlı dengeler ve dış etkilere açık demografik yapı nedeniyle 1975-1990 arası talihsiz bir iç savaş yaşanmış. Doğu’nun Paris’i denen görmüş geçirmiş Beyrut bu iç savaşla tarumar olmuş. Şimdilerde ise adeta küllerinden yeniden doğmuş.
1 saat 20 dakika süren bir uçuşla ulaştığımız Beyrut, İstanbul’a birçok Anadolu kentinden daha yakın. Bizim İzmir’in Doğu Akdeniz’deki ablası sanki. Fakat ne yazık ki, bu abla sanki zengin bir adamla evlenmiş fakat bir türlü mutluluğu yakalayamamış gibi geldi bana. Sahil şeridinde yüksek ve modern binalar, şık restoranlar dizilmişken, tarihi merkezinde yüzlerce yıldır oradan gelip geçmiş uygarlıkların eserlerini birkaç bin metrekarelik alan içinde yan yana, alt alta, üst üste çarpıcı bir şekilde sunan bir görünümü var. Her çan kulesiyle birlikte bir minare aynı karede boy gösteriyor. Sevilen başbakanları Hariri bu kent merkezini başarılı bir şekilde revize ederek savaşın tüm olumsuz etkilerini silmeyi başarmış. Şehrin en büyük meydanına Osmanlı üslubunda yaptırdığı abidevi Muhammed’ül Emin Camii’nin bitişiğinde mütevazi kabrinde, kendisiyle aynı patlamada hayatını kaybeden arkadaşlarıyla birlikte yatıyor.
Zıtlıklarla dolu bir şehir Beyrut
Zıtlıklarla dolu bir şehir Beyrut. Bir yanda şık ve bakımlı binalar en lüks dünya markalarını uçuk fiyatlarla satan mağazalar, karşı tarafta ise fakirliğin dibe vurduğu göçmen mahalleleri bir arada. Osmanlı’dan kalma vilayet sarayı ve Hamidiye Saat Kulesi, IV. Murat Camii, Mecidiye Camii, ilk fethin ardından kiliseden çevrilen Hz. Ömer Camii, Fransız usulü yapılmış Etoil (yıldız) meydanı, meclis binası, Saint Georges Grek Ortodoks ve Marunit katedralleri şehir merkezinde dikkat çeken tarihi yapılar.
Korniş adı verilen sahil şeridi şık yapılar ve mekanlarla dolu. Güvercin kayalıkları da şehrin ikonik bir noktası. Eski zamanlarda şehrin çok kültürlü yapısında birbirini sevip kavuşamayan farklı dinlere mensup gençlerin bu kayalıklardan atlayarak intihar ettiği anlatılıyor. Zamanımızda neyse ki böyle durumlarda gençler intihar etmiyor, Kıbrıs’a gidip orada evlenerek meseleyi çözüyorlarmış. Akdeniz’in yüzyıllar boyunca dalgalarıyla döverek türlü şekiller verdiği kayalıklar dikkate şayan bir güzellik gerçekten.
Lübnan’da ilk günümüzü Beyrut’un 85 km. kuzeyindeki tarihi şehir Trablusşam’da geçirdik. Oradaki Türkiye sevdalısı mihmandarlarımız tarafından çok dostça karşılandık ve unutulmaz anılarla döndük. Bizi kendi memleketimizde gibi hissettiren o özel insanlar ve güzel şehirle ilgili daha evvel müstakil bir yazı yazmıştım.
Dünyaca ünlü Janita mağaraları
İkinci günümüze Beyrut yakınlarındaki dünyaca ünlü Janita mağaralarını ziyaret ederek başlıyoruz. Bir noktaya kadar aracımızla gidip sonrasında kısa bir teleferik yolculuğuyla mağaranın girişine ulaşıyoruz. İki ayrı kattan oluşan mağaralarda fotoğraf çekimine izin verilmiyor, cep telefonlarını dahi girişte bırakmak zorundasınız. Çok büyük ve ferah üst mağaranın yüksekliği zaman zaman 100 metreyi buluyor. Dünyanın en büyük sarkıt ve dikitlerine ev sahipliği yapan bu mağara gerçekten çok etkileyici. Fakat asıl hayranlık duygusunu zemininde oluşmuş yer altı gölü ile çarpıcı bir güzelliği olan alt mağarayı görünce yaşıyoruz. Elektrikle çalışan 10-15 kişilik teknelerle yer altı gölü üzerinde yaptığımız gezinti hayatım boyunca unutamayacağım eşsiz deneyimlerden biri oldu. Mağaradan çıkınca yemyeşil vadi manzarasında yokuş aşağı yürüyerek aracımızın bulunduğu yere ulaşıyoruz.
Buradan dağ yollarını takip edip, özellikle Hıristiyan ahalinin yazlık olarak kullandığı tepelerden geçerek Cünye koyunun üzerinde 600 metre civarında bir rakımı olan Harissa tepesine varıyoruz. Burası Lübnan’ın en çok ziyaret edilen yerlerinden birisi. Altında küçük bir şapel bulunan, sarmal merdivenlerle tepeye çıkılan bir zigurat üzerinde Hz. Meryem’in bembeyaz heykeli yer alıyor. Nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan Hıristiyanların kutsal saydığı ve Lübnan’ı koruduğuna inanılan bir heykelmiş bu. Heykelin arkasına modern bir kilise inşa etmişler.
Kuşbakışı bakıldığında Lübnan sediri, yandan bakıldığında da gemi formunda yapılmış bu büyük kilisenin içine girdiğimizde pazar ayini devam ediyordu. Grafik etkileri çok yüksek, çok etkileyici ve başarılı bir iç mekanla karşılaştık. Kilisenin apsis bölümü boydan boya cam yapılmış ve dışarıdaki Hz. Meryem heykeli buradan da görülüyor. Çok hoş bir müzik etrafa yayılıyordu. Papazın çeşitli oyunlarla, hediyeler vererek çocuklar için kiliseyi cazip hale getirmiş olması da dikkate şayandı. Daha sonra heykeli çevreleyen sarmal yoldan kaideye kadar çıktık. Aşağıda Cünye koyu başta olmak üzere Beyrut’a kadar tüm sahilin ayaklar altında olduğu şahane bir manzarası var buranın. Teleferikle 10-15 dakika süren bir yolculukla aşağıya indik, aracımız bizi aşağıda bekliyordu.
Antik bir liman şehri: Biblos
Buradan biraz daha kuzeyde yer alan tarihi şehir Biblos’a geçtik. Burası Fenikeliler döneminden kalma antik bir liman şehri. Yeryüzünde üzerinde kesintisiz olarak yaşanan en eski kent olduğu söyleniyor. Limana inen sütunlu yolu takip ederek ilerledik. Taş yapılar, dar sokaklar, küçük meydancıklarla dolu iyi korunmuş bir tarihi merkez. Selahaddin Eyyûbî tarafından yaptırılmış bir cami var merkezinde. Tabelasında Abdülmecit Camii yazıyor. Muhtemelen o dönemde esaslı bir tamir geçirerek bu adla anılır olmuş. Oradan kadim bir Maruni kilisesine uğruyoruz, ana dili Arapça olan Maruni Hıristiyanların dualarını dinlediğinizde, adeta bir Müslümanın yaptığı duadan ayırt edemiyor “amin” dememek için kendinizi zor tutuyorsunuz.
Biblos limanını tepeden gören bir terastan gün batımını izliyoruz. Keyifli sahil kasabası akşam saatlerinde çok daha canlı, cıvıl cıvıl bir hale bürünüyor limana bakan ünlü balıkçı Pepe’nin özel müzesini geziyor ve çarşıya giriyoruz. Biblos’un fosilleri de çok meşhurmuş. Bir arkeolog tarafından işletilen fosil dükkanı ilgi çekici. Turistik mekanların kendine has albenisi ve cazibesi ile dolu sokaklarında bir süre dolaşıp bir kahve molası verdikten sonra Beyrut’a dönüyoruz.
3. gün Bekaa vadisine yolcuyuz. Dik ve virajlı yaklaşık 1 saatlik bir yolculuktan sonra Bekaa vadisi sanki durgun bir göl gibi önümüzde uzanıyor. Burada yapılan tarım ve hayvancılıkla tüm Lübnan’ a hatta diğer Arap ülkeleri de besleniyormuş. Bereketli topraklar Asi nehri tarafından sulanıyor. Hedefimiz 5 bin yıllık geçmişiyle ünlü tapınak kenti Baalbek. Ama önce yolumuzun üzerinde bulunan Anjer harabelerine uğruyoruz. Burası 8. yüzyılda Emeviler tarafından ticari merkez olarak inşa edilmeye başlanmış fakat tamamlanamadan yarım kalmış. Civarda Roma dönemi kalıntıları da var. Tüm kadim topraklarda olduğu üzere uygarlıklar üst üste yaşamış.
Tapınaklar kenti Baalbek
Baalbek’e vardığımızda önce şehrin girişinde bulunan hamile kadın taşı denilen devasa taş bloğunu görüyoruz. Bu taş karşısında insan kendini Güliver Devler Ülkesi’nde masalında gibi hissediyor. 1600 ton ağırlığında işlenmiş kocaman bir taş bu. Tapınaklara ulaştığımızda temel seviyesinde bunun gibi taşlarla örülmüş duvarları göreceğiz birazdan. Bu taşın da tapınakta kullanılmak üzere işlendiği ama bir nedenle nakledilemeyerek orada kaldığı düşünülüyor. Bir çiftçi tarlasında tesadüf eseri bularak ortaya çıkarmış.
Buradan 1-2 km ilerdeki tapınaklar bölgesine geçiyoruz. İlk Fenikeliler döneminde en büyük tanrı Baal adına yapılan bu tapınak şehri, Yunan ve Roma döneminde de Zeus ve Jüpiter adını alan tapınaklar olarak varlığını sürdürmüş. Şu an ayakta kalan yapılar Roma döneminden. Venüs Baküs ve Jüpiter adına 3 tapınak kalıntısı var. Girişte ilk önce Venüs tapınağı çıkıyor karşımıza. Orada bulunan çizimlerden çok zarif ve güzel bir yapı olduğu anlaşılıyor ama büyük ölçüde harap olmuş. Daha sonra geniş ve yüksek merdivenleri tırmanarak en büyük tapınak olan Jüpiter tapınağının avlusuna giriyoruz. 100 metreden fazla eni ve boyu olan, ortasında bir sunak bulunan devasa bir avlu burası. Gerçekten akıllara durgunluk veren bir yapıyla karşı karşıyayız. Tapınağın 2 metre çapında 22 metre yüksekliğinde 84 sütunundan yalnızca 6 tanesi ayakta kalmış. 7. sütunun Süleymaniye’nin inşasında kullanıldığına dair bir rivayet var.
Jüpiter tapınağının yanında daha küçük ama hemen hemen sağlam olarak günümüze ulaşmayı başarmış Baküs tapınağı yer alıyor. Önce tapınağın altındaki galerilerde düzenlenmiş müzeyi geziyor oradan tapınağına geçiyoruz. 19 metre yüksekliğinde korint başlıklı sütunlar tarafından taşınan tapınak karşımızda Roma medeniyetinin şahane bir mücevheri gibi ışıldıyor. Bu 2 bin yıllık eser karşısında insanoğlunun azminden taşın dayanıklılığına, inancın ne büyük bir motivasyon olduğundan her şeyin sonunda fena buluşuna kadar bir sürü düşünce üşüşüyor insanın aklına. Gördüğüm Roma tapınakları arasında tartışmasız en etkileyici olanı burası. Günün son ışıkları yüzlerce asır görmüş o kadim sütunlar üzerinde oynaşırken yorgun ama mutlu bir şekilde otobüsümüze binerek Beyrut’a doğru ilerliyoruz.
Beyrut sokaklarında gezinti
Lübnan’da son günümüzde öğleye kadar Beyrut’u dolaşıyoruz. İç savaş sırasında şehri ikiye bölen yeşil hat üzerinde Holiday Inn Oteli, savaşın soğuk yüzünü gösteren bir abide gibi delik deşik halde duruyor. Yaser Arafat’ta burayı bir müddet karargah olarak kullanmış. Başbakan Refik Hariri’nin suikaste uğradığı kavşak buradan biraz ilerde. Beyrut’un çalkantılı ve kanlı geçmişi; zenginlik, refah göstergesi yepyeni yüzüyle at başı gidiyor sanki. Sabra ve Şatilla mülteci kampları da insanlık tarihinin en büyük katliamlarından birine 1982 gibi oldukça yakın bir tarihte sahne olmuş bir yer olarak şehrin en acı yaralarından birini taşıyor. Şehir merkezinde bir müddet yürüyerek dolaşıyoruz. Avrupa’nın herhangi bir şehrinden fırlamış gibi bakımlı 4-5 katlı binalar ve dünya markalarının sıralandığı şık mağazalarla dolu bu bölgede hakim renk sarı. Roma döneminden kalma harabelerle, Osmanlı ve Fransız döneminden kalma yapılar yan yana şehrin kadim tarihinin belgeleri olarak duruyor.
Sevimli bir meydancıkta bir kahve molası verdikten sonra, birazda şehrin bohem yüzünü yansıtan sanat galerileri, kitapçılar, özgün dükkanlarla dolu Gauraud caddesinde yürüyoruz. Bir duvarda ünlü şarkıcı Feyruz’un grafitisine rastlıyoruz. Feyruz ve Beyrut birbirinden ayrı düşünülemeyecek bir ikili oluşturuyorlar. Savaş zamanında bile şehri terk etmeyen ve hayatı boyunca halkının acılarına duyarlı bir duruş sergilemiş olan Feyruz burada çok seviliyor. Seyahatimiz süresinde onun şarkıları bize eşlik etti. İç savaş zamanlarında “Eğer Feyruz şarkı söylerse savaş biter” derlermiş. Gerçekten de kent meydanında Eylül 1994’de verdiği konser adeta savaşın bitişini tescil etmiş.
Son durak Sayda
Lübnan’daki son durağımız Beyrut’un 45 km. kadar güneyinde bir sahil şehri olan Sayda, antik adıyla Sidon şehri oluyor. Sahildeki deniz kalesi karşılıyor bizi ilk önce. Geçmişte denizden gelen tehlikelere karşı şehri koruyan bu kale fazla büyük değil ama oldukça iyi durumda olarak günümüze ulaşmış. Aslında bir ada üzerinde ama birkaç yüz metrelik bir yaya yolu ile karaya bağlanmış. Daha sonra şehrin tarihi merkezini gezmek üzere iç kısma doğru ilerliyoruz. Baştan ayağa taş binalar, daracık sokaklar, kemerler ve abraralardan oluşmuş çok özgün bir çarşısı var Sayda’nın. Burası bana Tunus şehirlerinin medinelerini hatırlatıyor. Bir farkla, Tunus’ta hakim renk beyazken burada taş doğal sarımsı rengiyle göz dolduruyor.
Yolumuz Saraykapısı Camii adında bir caminin açıldığı bir meydana düşüyor. Burada yüksek kemerli ahşap kapıları, renkli pencereleri olan tarihi bir kahvede soluklanıyoruz. İçerdeki kapının üzerinde bir Osmanlı kitabesi bulunduğu için Osmanlı kahvesi diye biliniyormuş. Meşhur limonatalarından tadarken bir yandan da grubumuzun güzel sesli ağabeylerinden birbirinden içli şarkılar dinliyoruz. Biraz buruk duygular taşısak da tüm seyahatin en unutulmaz anılarından biri oluyor Osmanlı kahvesinde geçen zaman. Bir zamanlar memleketimizin bir köşesi olan bu canım Akdeniz şehrinde, İstanbul denince gözleri parlayan dost ve kardeş insanlarla karşılaşıyoruz.
“Hoşça kal karlı dağlar”
Sayda’da eski hanlardan birinde başarılı bir tanzim-teşhirle ziyaretçilere sunulmuş bir sabun müzesi de var. Orayı da gezdikten sonra 17. yüzyıldan yapılmış Osmanlı eseri tipik bir şehir hanına gidiyoruz. Ülkemizin bir çok tarihi şehrinde benzerlerini gördüğümüz çok tanıdık bildik bir taş han burası. Garip olansa hanın “French Khan” diye anılır olması. Önünden geçen karayolu güneye doğru uzanıyor. Bundan sonra Sur adlı bir şehir biraz daha ilerde de günümüzde geçilmesi düşünülemeyecek lanet olasıca sınır var. 100 yıl önceye kadar kutsal topraklara giden atalarımızdan Mescid-i Aksa’ya uğramak isteyenler belki bu handa konaklamışlardı, kim bilir… Sayda’ya kalbimizde mutena bir köşe ayırarak Beyrut’a dönüyoruz.
Hamra semtindeki bir lokantada bu kez Şam mutfağına has yemekleri deniyor ve uçak saatine kadar tatlı bir sohbet tutturuyoruz. Tabii seyahatimiz boyunca bize eşlik eden Feyruz şarkısı yine olmazsa olmazımız:
bınt el şelebıyye
éyüne levziyye
hubbik min albi ye albi
inte éyneyye
bit dallbitruh vilelb mecruh
eyyem élebel bıténn bitruh
Hoşçakal karlı dağlar ve Akdeniz’in mavisi arasında yaşayan güzel ülke Lübnan. Barış sana yakışıyor.