Ahmet Tanyıldız kimdir? Nerede doğup büyüdünüz? Nerelerde eğitim aldınız? Kendinizi nasıl tarif edersiniz?

Efendim öncelikle merhaba. Bu sohbet imkânını sağladığınız için içtenlikle teşekkür ediyorum. Kültür tarihimiz açısından nice güzel ve faydalı hizmetlerde bulunmanızı niyaz ediyorum.

Kendimi şöyle tarif etmeye çalışayım kısaca: Divan edebiyatı üzerine kafa yormaya çalışan bir akademisyen; arûz ve hece ile şiir yazmaya çalışan bir edebiyat muhibbi; din ve medeniyetimiz, sanat ve edebiyatımız üzerine kaleme alınmış müellefâtı okuyup anlama gayretinde olan bir okur…

1981 yılının Ekim ayında Kâhta’nın Akıncılar Beldesi’nde dünyaya gelmişim. Altı çocuklu ailenin üçüncü neferiyim. Memlekette hoca kimliğiyle temâyüz etmiş olan muhterem babamın eğitim-öğretime verdiği ehemmiyet sayesinde ailemizin tüm fertleri gibi kitaplarla haşir neşir bir ortamda büyüdüm. Evimizdeki sohbet halkaları, babamın bitmek tükenmek bilmeyen misafirleri, onlarca talebesi arasında bizler de bir şekilde büyüdük.

İlkokulun iki yılını babamın görevi dolayısıyla farklı yerlerde okuyup devamını Kâhta’da tamamladım. Üzerimde emeği bulunan Balıkesirli öğretmenim Ömer Faruk Hoca’yı bu vesileyle hürmetle selamlıyorum. Bir yandan okula giderken diğer yandan cüz okumak üzere abilerimle beraber Kâhta’da herkesçe malum olan Ramazan Çankaya Hoca’nın evine giderdik. Orada hem okul ödevlerimizi tamamlar hem de Kur’ân ve ilmihal dersleri alırdık. İlkokuldan sonra babamın tensibiyle Manisa Akhisar’da bulunan ve merhum Şahin Yılmaz Hocamızın idare ettiği Diyanet İşleri Başkanlığımıza bağlı Hilaliye Kur’ân Kursu’na kaydoldum. Üç yıl burada eğitim aldıktan sonra ortaokulu dışarıdan bitirmek için Kâhta’ya döndüm. Ardından lise eğitimi için tekrar Akhisar’a gittim. Tabi o zamanlar 90’lı yıllardı ve 28 Şubat’ın soğuk iklimi hepimizi üşütüyordu. İmam hatip okullarının üniversite girişlerinde düşürülen puan barajına takılmamak için hocalarımızın öngörüsüyle liseyi de açık öğretim programında tamamladım. Akhisar’daki Kur’ân kursu yıllarım ve orta öğretim süresince orada geçirdiğim zaman dilimi hayatımın tüm aşamalarında yolumu aydınlattı ve aydınlatmaya devam ediyor çok şükür.

Milenyum çağından hemen önce, yani doksan dokuz yılında üniversite imtihanına girerek ilk tercihim olan Hacettepe Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne yerleştim. Lise çağımda kitaplarla aşinalığım ileri düzeyde olmasına rağmen bölümdeki ilk yılımda bocaladım. O zaman yaşadığım bazı acı tecrübelerle edebiyatın kendisiyle bilimi arasında epey mesafe olduğunu anlayacaktım. Zira kitabı seven bir gençtim, ama hocaların kişiliği, derslerin mahiyeti ile bildiğimiz edebiyat âlemi arasında epey fark vardı.

İkinci sınıfta durumu toparladım. Bir gün arkadaşlardan biri, falanca hoca seni çağırıyor dedi. Bilenler bilir, Hacettepe’nin katı hiyerarşisi içerisinde bir hocanın öğrenciyi çağırması korkmak için yeterli sebepti. Heyecan ve korku içerisinde hocaların bulunduğu koridorda, beni çağırtan hocamın kapısını çaldım. Sonraki dönemlerde meslektaşı olacağım sevgili hocam Prof. Dr. Fatma Sabiha Kutlar, neşeli sesiyle beni içeriye davet edip kim olduğumu sordu. Kendimi tanıtınca neşesi daha da arttı ve Eski Türk Edebiyatı dersindeki yazılı kâğıdımı çok beğendiğini söyledi. “İleride ne olmayı düşünüyorsun?” diye sorunca o anki heyecanla kararsız olduğumu söylemişim. Gerçekten de kararsızdım, zira akademi dünyası henüz benim için bir muamma yumağı idi. O cevabım üzerine “Evladım, kararsız kalma. Divan edebiyatına ilgini fark ettim. Kendini bu sahada geliştir.” dedi ve birçok iltifat cümlesiyle beni uğurladı.

Hocamın uyarısı ve tavsiyesi üzerine üçüncü sınıftan itibaren klâsik edebiyatımızın metinlerini bolca okumaya başladım. Lise çağımızda az çok Arapça okumuştuk, edebî metinlerdeki ibareleri çözmede bunun faydasını görüyordum. Üniversite yıllarında ise Kızılay’daki Fars Kültür Merkezi’ne gidip Farsça öğrendim. Son sınıfa geldiğimde artık yüksek lisans için gerekli olan teknik şartları sağlamıştım. Üniversiteyi bitirdiğim yaz Ankara’da kalıp Temmuz ayında Hacettepe edebiyatın yüksek lisans sınavına girdim. Eski Türk Edebiyatı alanına kabul edilip Eylül ayından itibaren de ara vermeden yüksek lisans derslerine başladım. Kendilerinden ders alıp istifade ettiğim hocalarım; danışmanım Prof. Dr. Osman Horata, yukarıda zikrettiğim Prof. Dr. Fatma Kutlar, Prof. Dr. Nurettin Demir, Prof. Dr. Bilge Ercilasun ve merhume Prof. Dr. Fatma Tulga Ocak idi. Bunun dışında zaman zaman Ankara’nın diğer üniversitelerindeki hocaların ders ve sohbetlerine iştirak ederdim. Rahmetli Cem Dilçin ve İsmail Ünver, Allah uzun ömür versin Hilmi Yavuz, Mustafa İsen, Mustafa Canpolat, Kurtuluş Kayalı, Cemal Kurnaz, Mustafa Tatçı gibi hocalardan da istifade ediyordum. Şuna değinmeden geçemeyeceğim: Ankara’daki tarihî ve kültürel ortamlar İstanbul’a nispeten yok denecek az olmasına rağmen Milli Kütüphane, Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kütüphaneleri, Akçağ, Pınar, Hece gibi yayınevlerinin büroları, İLESAM ve Türkiye Yazarlar Birliği’nin mekânları bu boşluğu nispeten dolduruyordu.    

Doktora sürecini ise asistan ve akabinde okutman olarak vazife yaptığım Erciyes Üniversitesi’nde tamamladım. Prof. Dr. Atabey Kılıç, Prof. Dr. Ümit Tokatlı, Prof. Dr. İsmail Görkem, Prof. Hülya Argunşah, Prof. Dr. Ziya Avşar gibi her biri kendi sahasında bilinen hocalardan ders aldım. Doktora yaptığım süre zarfınca Atabey Kılıç Hoca’nın disiplinli ilim usulünden, dostum Dr. Abdülkadir Dağlar’ın marifet deryasından ve kardeşim Doç. Dr. Oğuzhan Şahin’in ufkundan epey istifade ettim, Allah kendilerinden razı olsun.

Doktora bittikten sonra ise benim için Diyarbekir macerası başladı. Daha evvelden de mesai arkadaşlığı yaptığım kıymetli Hocam Prof. Dr. Kemal Timur’un daveti üzerine Dicle Üniversitesi’nde göreve başladım. Kemal Bey’in dostane tavrı ve müşfik idareciliği sayesinde çok güzel zamanlar geçirdim, sağ olsunlar. Doktoradan profesörlüğe uzanan aşamaları kat etmek burada nasip oldu ve birbirinden güzel birçok dost ve kardeşimle nice güzel işlere imza attık. Her daim şevkli olan kardeşim Dr. Mustafa Uğurlu Arslan, ilmî hassasiyetiyle öne çıkan kardeşim Dr. Abdulhakim Tuğluk, pratik çalışmasıyla bilinen Dr. Feyza Bulut ve diğer dostlarımızla birlikte şehirdeki sanat ve edebiyat çalışmalarının nabzını tuttuk uzun süre. Şükürler olsun, yaklaşık dokuz yıldır bu irfan merkezinde ilmî ve edebî faaliyetlerimize devam ediyoruz. Özetlemeye çalıştığım bu uzun ilim serüveninde yanında bulunduğum ve yanımda bulunan tüm hocalarıma, dostlarıma ve özellikle bu zorlu yolu, anlayış ve sabrıyla kolaylaştıran eşim Serap Hanım’a teşekkür ediyorum.       

Peki, sizin serüveninizde yazarlık ne ifade ediyor, neye tekabül ediyor?

Kanaatime göre yazar ve şairlik, sağda solda dağınık olan binlerce ifade içerisinden seçtiği kelimeleri terbiye etme ve edebî eser hâline dönüştürme sanatıdır. Zira şâir veya yazar, zihnindeki kelime yığınlarını estetik bir süzgeçten geçirerek kalemine döküp kelâm hâline getirir. Böylece ortaya sanat eserini meydana getirmiş olur. Şâirin zihni ve gönlü, içinde neyin biriktiği bilinmeyen gizemli bir küp misalidir. Bu küpün içindeki sırlar, ancak edebî bir eser vesilesiyle ortaya çıkabilmektedir. Küpünü evvelden kıymetli cevherlerle, yani ilim ve irfanla dolduran şâir fıtratı, bu kıymetli taşları yani kelimeleri, şiir dediğimiz kolye ile bir düzene sokup okuyucunun idrak gerdanına takar. Küpün boş olması veya kolyenin dağınık olması durumunda o şiirden, o sanat eserinden istifade etmek pek mümkün değildir.       

Edebiyata ilginizin kaynağı ne, nasıl gelişti? Sizdeki edebiyat sevgisi, klasik şiir aşkı tam olarak ne zaman başladı?

İlkokul çağlarında iken kitap okuma alışkanlığı kazandığımı hatırlıyorum. Babamın kitaplığında bulunan yakın tarih ansiklopedilerini, daha çok resimlerine bakarak okumaya çalışırdım. Diyanet İslâm Ansiklopedisi, çıktığı ilk dönemden itibaren kitaplıktaki en mutena yeri işgal ettiği için daima gözümüzün önünde idi. İslâm davasının öncü şahsiyetlerine ait birçok eseri, siyer-i Nebî serilerini, dinî ilimlere dair cilt cilt kitapları hâlâ bugün gibi hatırlarım. Hatta bir gün babama Salih Suruç’un kaleme aldığı “Kâinâtın Efendisi Hz. Muhammed” adlı siyer kitabını okuduğumu söylemiştim. O da kitabın birkaç yerinden beni imtihan edip okuduğuma kâni olunca, o zamanın beş yüz lirası ile beni taltif etmişti. Çocukluk hâtıralarımda ve kitabı sevmemde bu hediyenin önemli bir yeri vardır.

Fikrî ve edebî eserlerle tanışmam ise lise yıllarıma denk gelir. Daha ziyade roman ve hikâye okurdum o zamanlar. Okuduğum kitapların listesini tuttuğum bir ajandam vardı, belki hâlâ kütüphanemin bir yerine saklanıp ona ulaşmamı bekliyordur. Edebiyat derslerinde yazdığım muhayyel kompozisyonlar sebebiyle merhum öğretmenim İsmail Hoca, romancı olacağımı söyler, ardından uzunca tebessüm ederdi. Yine o zamanlardı, kaldığımız yurdun kütüphanesinde bulunan Osman Turan’ın “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi” kitabını okuduğumu gören psikoloji öğretmenim Ramazan Bey, çok mutlu olmuş ve kitabı bana hediye etmişti.

Klâsik şiirimizle üniversite yıllarımda tanıştım. Daha önceleri Yûnus’un bazı ilahilerini, Âkif’in Bülbül’ünden, Necip Fâzıl’ın Sakarya Türküsü’nden bazı bölümleri ezberlediğim olmuştu ama Dîvân şiiriyle lisans dönemindeki kitaplarımızın sayfalarında karşılaştım. Üçüncü sınıftaki Farsça derslerimizde ise Hâfız ve Sa’dî’den bazı parçalar okuduk. Hepsi kartopu misali büyüyerek gönül dünyamızı taşırdı çok şükür.      

Edebi yolculuğunuzda özellikle etkilediğiniz, birikiminizde kilometre taşı niteliğinde diyebileceğiniz şair/yazar/düşünce adamları kimlerdir?

Klâsik şâirlerimizden Gâlib Dede ile Fuzûlî’ye meftunum. Zaman zaman dostlarla bir araya geldiğimizde dîvânlarından tefeül edip okur, tefekkür ederiz. Doktora tezim Mevlânâ’nın Mesnevî şerhi olduğu için satır satır okuduğum Şârih-i Mesnevî İsmâîl Rusûhî Efendi’nin nesir dilini beğenirim. Niyâzî-i Mısrî, Hayretî, Nâbî ve Nedîm de sıklıkla şiirleriyle teneffüs ettiğim zirvelerdir. Klâsik sonrası dönemden ise Yahyâ Kemâl ve Mehmed Âkif’i hayırla yâd ederek okurum. Peyami Safa ve Süleyman Nazif’in eleştirel nesirlerini, Sabahattin Ali’nin eserlerini okurken lezzet alırım. Aytmatov’un tasvir yeteneğine, İhsan Oktay Anar’ın tahayyül gücüne hayranım. Attila İlhan’ı, Ali Ulvi Kurucu’yu, Mustafa Kutlu’yu, Mahmut Erol Kılıç’ı, İbrahim Kalın’ı her seferinde şaşırarak okurum. Hülasa okuma çeşitliliği açısından şanslı olduğumu söyleyebilirim.    

Gençlere klasik şiiri, edebiyatı sevdirmek için çalışmalar yaptığınızı biliyoruz. Bugün ülkemiz gençliğinin durumu hakkında neler söylersiniz? Gençler arasında klasik şiire ve edebiyata ilgi ne durumda?

Evet, genç kardeşlerimizin eskimez şiirimize meylini arttırmak için gayret etmeye çalışıyorum. Ancak hakkını teslim etmemiz gerekir ki meslek büyüklerimizin bu konuda büyük gayretleri olmuştur. Ali Nihad Tarlan, Mehmet Çavuşoğlu, İskender Pala, Cemal Kurnaz gibi sembol isimler yazılarıyla bize ışık tuttular. Bu hocalarımıza ve ismi anılmayanlara şükran borçluyuz.

Günümüz gençliği, olanca hızıyla akan zaman içerisinde boşluğa düşer gibi tedirgin yaşıyor. Teknolojik devrimle birlikte günde yüzlerce bilginin -doğru veya yanlış- bombardımanı altında nefes alamayacak hâle gelen bir nesil ile karşı karşıyayız. Her şeyden haberdar olunan ama hiçbir şey hakkında etraflı malumat edinilmeyen bu zamanda gençliğimiz zor olanı başarmaya, yani ilim öğrenmeye çalışıyor.

Postmodern bakış açısı geleneği reddetmiyor ama neredeyse istihza eder gibi yaklaşıyor geleneksel meselelere. Günümüz gençleri geleneğe karşı katı bir inkâr pozisyonu almamakla birlikte toplumsal hassasiyetler konusunda aşınmış duygular taşıyor. Orta ve eski neslin hassasiyet gösterdiği birçok konu onların umurunda değil gibi görünüyor.

Genel olarak görünen manzara bu. Ama meseleye başka bir yönden bakmaya ihtiyacımız var, şöyle ki: Geleneğin “asr-ı saâdet”i hiçbir zaman olmadı, olmayacak kanaatimce. Çünkü popüler tabiriyle değişmeyen tek değişimin kendisidir. Her dönemde içtimaî değişimler yaşanıyordu ve önceki nesiller de kendi devrindeki gençleri sığlıkla itham ediyordu. Bugünün gençleri kendi kemâl devirlerinde, gelecek zamanın gençlerinden kim bilir nasıl mustarip olacaklar!

Yani enseyi karartmaya gerek yok. Herkesin üzerine düşen görevler var. Son zamanlardaki kültür politikalarının kimi olumlu neticeleri de görülmüyor değil. Özellikle ekranlardaki bazı yapımların, telif edilen bazı eserlerin etkisiyle medeniyet tarihimize ilginin arttığını fark edebiliyoruz. Burada asıl yoğunlaşmamız gereken kısım, gençlerimizin sahih olana ulaşma yolunu açmaktır. Medeniyetimiz, tarih ve edebiyatımız, hatasıyla sevabıyla bizimdir. Onu bütünüyle kutsayamayacağımız gibi tümüyle reddedemeyiz. Ufkumuzu açan klasik metinlerimizden yararlanacak, şiirlerle gönül dünyamızı ferahlatacağız.       

Sizin adımlarınızı takip eden ve sizi severek okuyan genç kardeşlerimize bu yolda özellikle neyi önerirsiniz? Nelere yakın, nelere uzak dursunlar?

Önceki sorunuzun devamı olarak şöyle söyleyebilirim: Genç kardeşlerim, yalan ile doğrunun aynı tezgâhta sunulduğu internet ortamındaki bilgi yığınlarına temkinli yaklaşsınlar. Okumak istedikleri yazar ve şairleri sahih kaynaklara müracaat ederek tanısınlar. Nitekim çeşitli ortamlarda Mevlânâ’ya, Yûnus’a, Fuzûlî’ye atfedilen söz ve şiirlerden birçoğunun onlara ait olmadığını ferasetli bir bakış hemen anlıyor.

Zamanında İskender Pala Hoca’nın bir konferansında dinlemiştim. Onun önerilerine ben de katılıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle diyordu: Şiire hevesli gençler üç pınardan beslenmelidir. Birincisi halk şiirimiz, yani Yûnus, Karacaoğlan, Âşık Veysel gibi büyük ustaların şiirlerini okumak. İkincisi Dîvân şiirimiz, az evvel isimlerini zikrettiğim büyük şâirlerden okumak. Üçüncüsü de çağdaş dönem şiirinden en iyi isimleri okumak. Bu okumalardan sonra da kendine yakın bulduğu tarz üzerinden şiir dünyasına girmelidirler.

Bir şey daha eklemek isterim müsaadenizle: Günümüz gençlerinin en büyük sınavı günlük yaşamını tanzim etme ve uyku düzenini kontrol etme konusundaki problemlerdir. Eskilerin bu konudaki teklifi oldukça pratikti aslında. Gününü üçe böl. Sekiz saatini dinlenmeye, yeme içmeye ayır. Sekiz saatini rızkını temin edecek bir işe, çalışmaya ver. Diğer sekiz saatini ise ibadet ve tefekkür için değerlendirip kıymetlendir. Bizim meslekte ve bize yakın iş kollarında son saydığım iki sekiz birleşmiş vaziyette. Yani hem rızkımızı temin etme kısmını yapıyor hem de tefekkür sayılabilecek bir ilimle uğraşıyoruz, ne güzel! Bu yöntem zor geliyorsa bile en azından uyku düzenini sağlamalıdır genç kardeşlerimiz. Özellikle sabahın ilk saatlerindeki bereketi değerlendirmelerini tavsiye ederim.          

Nasıl bir okursunuz? Hangi sıklıkla ve günün hangi saatlerinde okursunuz? Size göre ideal bir okuma saati var mıdır?

Mesleğim icabı birkaç türlü okuma yapıyorum. Farz-ı misal akademik yayınları okuduğum zamanki ruh hâlim ile edebî bir eseri okuma sırasındaki vaziyetim arasında epey fark oluyor. Aslına bakarsanız biz akademisyenler normal okuyucu gibi bir okuma konforuna sahip değiliz. Çoğu kez okuduklarımızdan bir araştırma veya tenkit unsuru bulmak için okuyoruz ki bu da pek sağlıklı bir yöntem değilmiş gibi geliyor bana. Bunun farkında olduğum zamanlar, her şeyi bir kenara bırakarak sadece okumayı denemeye çalışıyorum. Bir de okuma açlığı yaşadığım zamanlarda uzunca bir süre, bazen haftalarca sadece bir tür üzerinden okumalar yapıyorum. Mesela geçen yaz, akademik okumalar dışında sadece hikâye ve hâtıra türündeki eserleri okumuştum. Eğitim döneminde ise akademik yayınlarla birlikte çoğunlukla şiir ve deneme türündeki eserleri okumaya gayret ediyorum. Belirli bir okuma saatim olmamakla birlikte sabah vaktini daha iyi değerlendirdiğimi söyleyebilirim. Günün ilk saatlerinde başta mukaddes kitabımız olmak üzere tefekkürümü arttıracak düzenli bir okuma listem var hâlihazırda. Günün diğer zamanlarında, eğer evde isem daha ziyade roman vs. bölümdeki odamda isem o anki ahvâle göre farklı şeyler okuyorum. İdeal bir okuma saati var mıdır derseniz; bunun zaman ve zemine göre değiştiğini söyleyebilirim. Bizim gibi orta nesil ve eski nesil için ideal okuma saati sabah vakitleridir. Ama gençlerimizin günü ile gecesi yer değiştirdiği için muhtemelen gece saatlerinde okuyorlardır. 

Birçok kıymetli eser üzerine çalışmalar gerçekleştirdiniz. Bu eserler üzerine yaptığınız çalışmalar süresince karşılaştığınız en ilginç bilgi neydi?

Meslekî çalışmalarım boyunca daha ziyade Osmanlı edebiyatı metinleri olmak üzere birçok konuya temas eden yazılar yazdım. Bir yönüne kısaca temas edeyim. Genel olarak beni şaşırtıp sevindiren şey, bugün Batıdan bize gelen ve bizimkilerin ağzı açık şekilde hayranlıkla baktığı teorik meselelerin aslında bize ait metinlerde uygulandığına şahitlik etmektir. Söz gelimi edebiyatta deneysel şiir diye bir tarz var. Bu tarzın ne olduğuna dair kaleme alınan yazılarda birçok Batı edebiyatı ve teorisi güzellemesine rastlayabilirsiniz. Ama Dîvân şiirinde hem de yüzyıllardan beridir bu tarzdaki şiirlerin var olageldiğine şahitlik ettiğiniz zaman farklı duygulara kapılıyorsunuz. Yani bizde zaten bu tarzın var olduğuna mı sevinelim, iyi olan her şeyin Batıdan geldiğine inanan insanlarımızın hâline mi üzülelim, bilemiyorum. Dursun Ali Tökel Hoca’nın kulakları çınlasın, bu kalıpların kırılması konusunda epey mesai sarf etmişti. Başka bir misal daha vererek bu bahsi kapatayım: Yıllar evvel, yüksek lisans tezimi yayına hazırlarken ilmî ve edebî geleneğimizdeki münâzara usulüne dair yazıları okuyordum. Birkaç çalışmada sembolik anlatımlı ilk münâzara örneğinin Alman sanatçı Rilke’ye ait olduğunu okumuş ve hayli şaşırmıştım. Doğrudur, Rilke’nin kalem ile kılıcı karşılaştırdığı hikâyesi değerliydi, ama sadece benim çalıştığım Firdevsî-i Rûmî’ye ait münâzara örneği bile Rilke’nin hikâyesinden yaklaşık dört yüz yıl önce yazılmıştı. Doğudaki muazzam münâzara geleneğinin diğer örneklerini zikretmeme gerek bile yok.  

Kitap çalışmalarınızın hazırlanış sürecinde ne gibi ön çalışmalar yapıyorsunuz? Bu süreç nasıl gelişme gösteriyor? Çalışmalarınız sırasında sizi en çok zorlayan konu ne oluyor?

Bir kitap çalışmasının kemâle ermesi en az birkaç yıl alıyor. Hatta bazı çalışmalarımın mazisi on yılı aşıyor. Çalışma konusu zihinde tebellür eder etmez çerçeve okumalar, yan okumalar, bağlantılı okumalar diye tabir ettiğimiz bir araştırma ve okuma süreci başlıyor. Bununla birlikte not alma ve fişleme yapılıyor. Eski dönemde hocalarımızın bize öğrettiği bilgi fişi hazırlama tekniklerini şimdilerde uygulayamıyorsak bile o yöntemin benzerini bilgisayar ve telefon marifetiyle uyguluyoruz. Çalışma elle tutulur hâle geldikten sonra gill u gıştan arındırmak için tekrar tekrar kontrol edip okuyoruz. Ardından çalışmanın kemâle ermesi adına bir müddet müdahale etmeyip demlenmeye bırakıyoruz. Kusura bakmayın, bir kek tarifi gibi oluyor ama yazmanın merhalelerini açmak için ayrıntıya giriyorum. Son aşamada ise kitap taslağını bilgisine güvendiğimiz birkaç dostumuzun müdakkik kalemine havale ediyor ve farklı gözlerin eseri değerlendirmesini sağlıyoruz. Akademik bir çalışmanın serüveni kabataslak böyle oluyor.

Kitap veya makale çalışmalarının fikir ve hazırlık süreci epey meşakkatlidir. Adeta bir doğum sancısı çeker gibi bir mevzuyu uzun zaman zihninizde taşıyıp o fikir sancılarıyla uzun zaman farklı bir âlemde dönüp durduğunuzu zannediyorsunuz. Fikirler kalem veya klavye marifetiyle cümlelere dönüşmeye başladığı zaman ise artık bir rahatlama hissi meydana geliyor. Kimi zaman parmaklarınız zihninizdeki düşüncelerin hızına yetişemez hâle geliyor.

Edebî ürünlerin meydana gelme biçimi bu anlattıklarımdan çok farklı benim dünyamda. Kimi zaman aniden çıkan bir vesile, karşılaştığınız bir güzel cümle, etkilendiğiniz bir hâdise bir dörtlük, bir şiir yazmanız için yeter de artar. Mesela beş altı yıl önce Diyarbekir’de bazı nasipsizlerin vatandaşımıza hayatı zindan ettiği o zor günlerde, yani Sur olayları zamanı epey meşakkatli idi. Şehrin sur içi bölgesinde yaşayan vatandaşlarımız, kendilerini neredeyse rehin tutmuş eşkıyanın elinde perişan olmuştu. Duvarları köstebek yuvası misali delinmiş evlerdeki aileler, kurtarabildikleri birkaç parça eşya ile birlikte Sur bölgesinden çıkmaya çalışıyordu. Hadiselerin neredeyse göbeğinde kaldığımız için şâhit olduklarımız bizi de perişan ediyordu. Hele Osmanlı hâtırası Kurşunlu Camii’nin canilerce yakılması, bin dört yüz yıldır İslâm nişânesi olarak ışıldayan Ulu Camii’de Cuma namazının dahi kılınamıyor oluşu, kalpleri mahzun ediyordu. Her tarafı matem havası sarmış, sur içinden kaçışlar devam ediyordu. Bu sırada gördüğüm bir fotoğraf karesi beni çok etkilemişti. Eşyasını alarak Sur’dan çıkmaya çalışan bir ihtiyar amcamız, gönlü elvermemiş olacak ki enkaza dönmüş evinden çıkarken mukaddes kitabımızı da boynuna asmış, elinde bavuluyla mahzun mahzun bakıyordu. Bu fotoğrafın hikâyesini şöyle tasvir etmeye çalışmıştım:

Şevketinden bir eser kalmış mı bak o Sur’una,

Böyle midir hürmetin kabrindeki mansûruna?

Hâricin mekriyle yandı küle döndü hânumân,

Dün de aldandık bugün de hîle-i menfûruna…

Pîr-i fânî boynuna asmış Kitâb’ı, gözde nem…

Değdi murdârın o pis elleri Hakk’ın nûruna.

Vaktidir gayrı melekler bâl açıp insin yere,

Yâhud İsrâfîl versin bir nefes o sûruna. 

Rabbimiz! Bu şehr-i Âmid’dir, sahâbî mülküdür

Rahmetinle sar bizi, kahrınla atma dûruna…

Ya da hatırlayacaksınız geçen sene bahar aylarında Fransa’daki tarihî Notre Dame Katedrali alevlere teslim oldu. İnancı ne olursa olsun insaf sahibi insanları üzen bu olay, insanlığın ortak tarihi açısından gerçekten üzücüydü. Ama o mabedin yanışına mersiyeler düzüp yardım kampanyaları başlatan Batı dünyası, bizim coğrafyamızdaki binlerce yıllık mabetlerin yerle bir edilmesi karşısında sesini çıkarmıyor, yaşanan katliamlar karşısında kılını bile kıpırdatmıyordu. Şu şiirimi de bu üzücü yangın hadisesi üzerine yazmıştım:

Cehennem nârı sarmışken kenîsâ-yı Notur Dam’ı,

Kızıl bir ejderin ağzında yandı kubbe vü bâmı.

‘Amân eyvâh’ figânıyla ayaklandı bütün dünyâ,

Düşürdü yâdıma yanmış serâser mülk-i İslâm’ı.

İbâdetgâhı kudsîdir tamâm edyân-ı insânın,

Neden lâkin harâb etdi diyâr-ı Âmid ü Şâm’ı?

Haleb’dir bu mezarlık; Mescid-i Aksâ bu küskün yer…

Günâhı az mı ki insanlığın, hayr olsun encâmı?

Ezelden başlamış zâhir bu benlik senliğin cengi,

Zehirli bir kör akrebden beter kılmış tüm akvâmı. 

Nasıl yazarsınız? Bir planınız veya adım adım takip ettiğiniz bir yol haritanız var mı? Yoksa her çalışma kendi yol haritasını mı belirliyor?

Aslında bir önceki sorunuzla bağlantılı bu mesele. Her çalışmanın kendi yol haritası oluyor. Ama bendenizin çalışma tarzını sorduğunuz için şöyle açayım meseleyi: Akademik veya edebî çalışmalarımın kısm-ı azamını üniversitedeki odamda yazmaya gayret ederim. Mesleğimle ilgili kitaplığımın önemli bölümü burada olduğu için kaynaklara erişmek ve sakin bir zihinle yazmak daha kolay oluyor. Bir çalışmanın neticelenmesinde kısa ve orta vadeli hedeflerim olmasına rağmen bazen bir kaynağa ulaşmak zaman alıyor. Bu durumda söz konusu kaynağı veya bilgiyi temin edene kadar bekleyip zihnimi dinlendiriyor veya başka bir meseleye bakıyorum. Ama zihin bu mevzuyla meşgul olduğu için diğer çalışmalardan verim almak bazen zorlaşabiliyor. Akademik çalışmalarda dikkatli ama pratik olmak hayatî önem taşır. Dikkatlisiniz ama pratik değilseniz bir çalışmayı bitirmeniz on yıllarınızı alabilir. Pratiksiniz ama dikkatli değilseniz çalışmanızdaki hata oranı çoğalacak demektir. Bu sebeple hem dikkatli hem pratik olunması gerektiğini düşünüyorum.

Son söz olarak bu mülâkatın zemini olan “Dünyabizim” ailesine teşekkür ediyorum.