Ahmet Nezihi Hoca’dan Kırım Hatıraları “Oçen Jalko”

Kitabın yayınlandığı 2004 yılı olmalı. Mustafa Kutlu üstadımızın “Oçen Jalko başlıklı makalesi bir gazetede çıktı. Ahmet Nezihi Turan hocanın Oçen Jalko - Üç Günlük Dünya Bir Günlük Hikâye başlıklı yeni çıkan hikâye kitabını tanıtıyordu. Zevk ve heyecanla yazıyı okuduktan sonra kitabın peşine düştük. Paradigma yayınlarıyla temas kurduk. Kitabın içindeki listeden bu yayınevinin, felsefe, tarih ve tefekkür eserlerine ağırlık verdiği anlaşılıyordu. Merhum Hüsameddin Arslan, Ahmet Cevizci, Martin Heidegger gibi zevatın bir çok eserini yayınlamışlar.  

O yıllarda Sakarya Valiliği’nin -Nuri Okutan valimiz zamanı- okumayı teşvik, kütüphaneleri zenginleştirme ve yazarlarla sohbet faaliyeti vardı. Bu kapsamda Oçen Jalko’dan epey miktar temin edildi. Sadece İl Halk Kütüphanesi demirbaşına 4 adet kaydedilmiş. Kitabı hem hızla okuduk hem de okunmasını teşvik etmeye devam ettik.

Ahmet Nezihi Turan hocamız 1958 Maraş doğumlu. DTCF tarih bölümü mezunu. Hâlen Kırıkkale Üniversitesinde Profesör. İlber Ortaylı hocamızın da tavsiyesiyle Kırım Devlet Üniversitesi’nde 2000 yılından itibaren 2 yıl misafir öğretim üyesi olarak çalışmış. Hoca çok açık sözlü, fart-ı muhabbet sahibi, agâh bir zat-ı şerif.  Kendisinden çok şey öğreniliyor. Kadim tabirimizle “İlmin noktasını bulmuş”.

Bu ilmî, samimi, dostane hatırat kitabını fakir de bilcümle yârana tavsiye etmek isterim. Ancak telaşsız, teenni ile (slowly slowly) -çat pat İngilizce bilenlerimiz Yûnus dili bilenlerden fazla oldu gibime geliyor- okunursa dünyamız genişler, zevk-i yâb oluruz.  Bütün (yarım yamalak olmayan, birçok hususa vakıf) ilim ve fikir adamı nasıl olur anlarız kanaatindeyim.

Hoca kitabın “Ben şimdi ne yapacağım” başlıklı bölümüne Hz. Mevlâna’nın “Bu bir garibin hikâyesidir, duymak ve dinlemek için bir garip kulak gerek” kelâm-ı mübareki ile başlıyor.

Aşağıda kitabın bir kısmını özetler mahiyette iktibaslar yapıyoruz.

“Laf uzadı. Ben şu iki yüz yılı bir toparlıyayım. 1774 Küçük Kaynarca ile bağımsız olan Tatarların vatanı on sene sonra, 1783'te Rus işgaline uğruyor. Rusların Kırım'a yoğun yerleşimi, Tatarların sistematik baskılara maruz kalması bu tarihten itibaren. İlk defa Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülke elden çıkıyor. III. Selim daha veliahd. Divanına şu mısraları yazıyor:

“Eğerçi sihreder islâma kâfir

Bizde de nice ism-i âzam işte hâzır

Esir edüb nice Tatar'ı bir bir

Kırım küffarda kalsun mu böyle

Hele Osmanlıyı cenge salayım

O kâfir düşmana satur çalayım

Varub kâfirden öcüm alayım

Gözüm açık kalsun mu böyle”

*

Bir de şunu öğrendim, Kurum (TİKA) kültürel iş birliği imkanlarını biraz daha canlandırmak maksadıyla Türkoloji projelerine ağırlık verme kararı almıştı. Bir dilci, bir edebiyatçı, bir de tarihçi göndermeyi planlamışlardı. Ben üçüncüsüne giriyordum. Gerçi 'Türk Dünyası'na değil Osmanlı dünyasına ilgi duyan biriydim. Olsun, Kırım Osmanlı dünyasının oldukça içindeydi.

*

İstanbul fatihinin çözümü basit oldu. Donanmasını gönderdi, Cenevizliler atıldı, onların atıldığı yerlere Osmanlılar yerleşti. Kırım Hanlığı, tâbi devlet statüsünü kabul ettiğinden, bundan böyle hanların meşruiyetine üstün otoritenin, padişahın tasdiki şartı getirildi. Kırım artık Osmanlı dünyasının içindeydi.

*

TİKA'nın başkanı, geç tanıdığım, gecikmişliği telafi için her rastladığımda 'sana fart-ı hürmet ve muhabbetim vardır' demekten zevk duyduğum biriydi; -eskiden olduğu gibi yine her karşılaşmamızda "bana bir şeyin vardı, neydi o?" nüktesini yapmaktan vazgeçmiyor. Aslında Kırım'a gitme teklifini doğrudan o yapmıştı. Söyledikleri şeyleri hangi şartlarda, nasıl yapacaktım? Hiçbir bilgi ve yardım alamadım. Tüyo vermedi, ya da ben alamadım. O bir dosta söylenecek lafı etti hep: 'Ne yapılacağını sen görür yaparsın, bize de yol gösterirsin'.

*

Moskova Oteli'nden emekli Yelena isminde temizlik işlerime bakan bir hanım vardı. Anaç bir kadındı. Nezle olduğumu, evde yiyecek bir şey kalmadığını ya da kızımdan aldığım bir haberle gözlerimin buğulandığını gördüğünde "Oçen jalko!" (Batı transkripsiyonunda 'ochen zhalko' şeklinde gösterilir ve o'ya ve jalko'nın a'sına vurgu yapılarak 'oçin jal- ka' diye okunur) derdi. "Çok yazık!". Vedalaşırken, çok samimî bir üzüntüyle "Demek gidiyorsunuz, çok yazık!" demişti. Dostluk kurduğum insanlar aynı şeyi söylediler. Günlük dilde çok kullanılan bu tabir, "Kırım gerçeği", yaşadıklarım, duygularım ve yazdıklarım için yerinde olacak diye düşündüm.

*

Ama bir yığın olayı ve kişiyi tahkiye ettiğime bakmayın, Kırım'da yalnızdım. Uzletin ne büyük nimet olduğunu orada öğrendim. Bu nimeti yalnız yıldızlarla paylaşabilirdim, öyle yaptım.

*

Birkaç ay önce, döndükten tam iki yıl sonra, TİKA'nın özel davetiyle Kırım'a bir haftalığına bir daha gittim ve dönüşte günlüğümü basması için yayıncıma baskı yaptım. İşte sonuç verdi. Haklarındaki fikirlerimi bilen TİKA'nın daveti içinse Wittgeinstein'ın sözleri açıklayıcı olabilir. "Bu dünyada acayip şeyler oluyor. Hayatımda tam manasıyla anladığım üç şeyden birisidir bu". Yine de "ne oldu" dan fazla "ne olabilirdi" takıntısı olan bana tahammülleri için onlara da teşekkür ediyorum.

Hayat devam ediyor.

*

Akmescid

Bugünkü Simferopol'ün temeli XV. yüzyılda Kırım Tatarlarının burada Kirmencik adlı bir kale kurmalarıyla atılmıştır. Böylece bu bölgede yerleşme başlamıştır. Akmescid adı da Mengli Giray Han (ö.1514) nâmına yapılan cami dolayısıyla verilmiştir. XVI. yüzyılın başlarında Mengli Giray Han oğlu Mehmed Giray'ı veliahd tayin etmiş ve ona Kalgay unvanı vermiştir. Bundan sonra Akmescid veliahdların (kalgayların) merkezi olmuştur. Bu konu Halim Giray'ın Gülbin-i Hânân adlı eserinde ve Cevdet Paşa'nın Kırım ve Kafkas Tarihçesi kitabında açıklanmaktadır. Keza neşri devam eden son İslam Ansiklopedisi'nin (DİA) "Akmescid" maddesinde gösterilen diğer kaynaklara da bakılabilir.

Ahmet Nezihi hocamız da geleneğe uygun olarak üstatları, efendileri olanlardan. Efendisine 2001’de yazdığı şiir gibi mektubu ve aldığı arifane cevabı naklederek hatm-i kelâm edelim.

*

27.09.2001/Akmescid

“Efendimsin, cihanda itibarım

 varsa sendendir.” Şeyh Galip

Efendim,

Taşra çocuklarının her zaman taşralı kalan bir tarafları oluyor galiba. Yoksa bazıları mı böyle, bilmiyorum. Size hep yazmak istedim; nasıl hitap edeceğimi, yazmanın doğru olup olmadığını bilemedim. Edeb'i ayarlayamamak, ölçüyü muhafaza etmekle mesuliyeti deruhte etmek arasındaki dengeyi kuramamak, ben gibilerde geçmeyen, ama geçmesi için de himmetlerini beklemeye devam ettiğim bir taraf. Anlattığım portreleri ilgi çekici bulan Tülay'ın ısrarlı teşvikleri olmasa yine yazamayacaktım. İyi ki geldi; doğru-yanlış bana bir şey yaptırıyor.

Bugün Gülizar Teyze'nin çiğ böreğini yedik. O seksen yaşında, kırmızı yanaklı, kınalı tüy saçlı çok tatlı bir kadın. "Gel de sana çiğ börek yapayım" dediğinde, eşim gelecek o zaman birlikte geliriz, hem sonra ben yardım ederim; mesela kızarırken börekleri çeviririm, diyordum. "Kocam da böyle derdi" cevabıyla gülüşüyorduk. Tülay geldi ve bu iş tahakkuk etti. Zaman zaman mahzunlaşarak ama havayı bozmamaya da itina ederek suallerimize cevaplar verdi. 18 Mayıs 1944 büyük ve acılı sürgününden, Özbekistan'dan sonra, havasının ve toprağının Kırım'ı "oşadığını", buraya benzediğini söylemeyi ihmal etmediği Sohum'a can atışlarından, Sohum'dan Türkiye radyolarını, o günün imkanlarıyla kısmen dinleyebildiklerinden söz etti. Aklında kalan devrin popüler şarkılarından mırıldandı; biz eşlik edince o da sesini yükseltti ve hüzünden neşeye geçtik. Benzer durumlarda yandaki Rus komşusu gürültüler yaparak bize ait ses ve sözlere engel olmaya çalışırmış; yine öyle yaptılar, aldırmadık, hatta birkaç şarkı daha söyledik.

Gülizar Teyze İbrahim'in teyzesi. İbrahim Abdullahoğlu Rusca yayınlanan "Golos Krima" (Kırım Sedası) gazetesinde çalışıyor. Başarılı bir gazeteci olarak kendi toplumunun problemlerini, nüfusun kahir ekseriyetini teşkil eden Ruslara duyurmanın zaruretine inananlardan. Üstelik zaten Tatarların da evvela Rusca yayınları takip ettiğini düşünüyor ki, bu doğru. Onun adını buraya gelirken İlber Bey vermişti; böyle tanıştık. Hoş bir sonbahar günü birlikte Hanlığın ilk payitahtı olup sonra Karaim ve Kırımçak denilen musevi Türklerin yerleştiği "Çufut Kal'a"ya çıkışımızı unutmuyorum. Dedesinin Anadolu'dan geldiğini, bu yüzden ona "Türk İbrahim" dediklerini anlatmıştı. Cihan Harbi'nde askere almak istediklerinde "ben Türk’e karşı harbetmem" deyip "karşı"ya kaçtığını, orada askere gidip Rus’a karşı cengettiğini, sonra "öte yaka’dan tekrar evlatlarının yanına döndüğünü, Stalin devrinde alınan karara uymayıp "Osmanlı" tabiyetinden çıkmayınca hapse atıldığını hikaye etmişti.

Ona dedesinin adını vermişler. Önce babasını sonra annesini kaybetmiş. Gülizar Teyze onun aileden tek mirası; üzerine titriyor. Evlenmiş ayrılmış. Dört beş yaşlarında Alime ve Safiye adlarında iki "çiçek" kızı var. Yokluk, hayatın zorluğu, bunlara direnci sağlayacak ikame müesseseler olmayışı, bu tarz erken ayrılıkları ne yazık ki yaygınlaştırıyor. Nitekim üniversitedeki Tatar talebelerimin neredeyse yarısının babası yok. Öyle sert ayrılıklar ki, bir daha ne çocuk babayı ne baba çocuğu görebiliyor. İbrahim buna direniyor, iki çiçeğini alıp "Bala Bahçası"na, sirklere götürüyor, ama ne kadar zorlandığına ben şahidim. "Dilimizi konuşurlardı, şimdi anlıyorlar ama laf edemiyorlar; mektebe başlayınca her şey Rusça olacağından hiçbir şey kalmayacak, ne olacak bilmiyorum?" diyor.

Alim Kiyev'de Türkoloji yüksek lisans eğitimi gören bir Tatar genci. Akmescid'de Kırım Devlet Sanayi ve Pedagoji Enstitüsü'nde açılmasına vesile olduğumuz Türkoloji Araştırma Merkezi'ne bizi ziyarete geldi. Kırım-Tatar Dili ve Edebiyatı Bölümünün genç asistanlarıyla oturuyoruz. Dilimizin yumuşaklığına ve zerafetine hayranlıklarını ifade eden bu gençler yine beni dinlemeyi tercih ediyorlar. Alim, masumane soruyor: "Sizde Kürtlerin istedikleriyle bizim buradaki taleplerimiz aynı değil mi? Okullarımız olsun, eşit haklarla yaşayalım, kültürümüzü yaşatalım istiyoruz. Onlar da öyle, niye ceng ediyorsunuz?" diyor. O aslında maalesef buradaki umumi kanaati dile getiriyor. Biz kendi soydaşlarımıza dahi bu meseleyi anlatmayı beceremiyorsak kime anlatacağız, diye düşünüyorum önce. Sonra dilim döndüğünce anlatıyorum. Bizim

Kırım sahillerini Cenevizlilerden aldığımızı, şimdi Tatarlar demeye alıştığımız Türkler de ilk geldiklerinde Kırım'da neredeyse bir Allah’ın kulu Rus’un yaşamadığını, burada Kırım Hanlığı adıyla bir devlet, Bahçesaray, Akmescid, Karasupazarı, Gözleve gibi şehirler kurup her tarafı imar ve ihya ettiklerini, Rumu, Ermenisi, Yahudisi ile birlikte yaşama tecrübesi oluşturduklarını; Osmanlıya tâbi olup dışarıdan gelen tehlikelere beraber göğüs gerip, birlikte neşelenip ağladıklarını anlatıyorum. Bir gün Rusların gelip bütün bu güzellikleri yok ettiklerini, Osmanlının da mukavemet edecek gücü kalmayınca sonunda vatanlarını kaybettiklerini hatırlatıyorum. Ayrıca ona, Osmanlının burayı resmen ve hukuken bırakmadığını göstermek üzere, 18. asır sonlarından itibaren Çarlar, Yalta'ya yazları dinlenmeye geldiklerinde bir Osmanlı subayının İstanbul'dan gelerek onlara "hoş geldiniz" dediğini, bu seramoniyi 1914'e kadar sürdürdüklerini, son olarak Talat Bey'in II. Nikola'ya aynı muameleyi yaptığını, Çarların da buna hiç bir zaman itiraz etmediklerini, Birinci Harbden bugüne, kaybettiklerimize hep muvakkat gözüyle baktığımızı, zaten başka türlü yapamıyacağımızı, bunun bizde bir refleks olduğunu, bugün de işte bu yüzden burada olduğumuzu söylüyorum. Kürt meselesini de açıklayıp buradaki problemle gayr-i kabil-i mukayese olduğunu izah ettikten sonra Alim'in tepkisi şu oluyor: "Bütün söylediklerinizi kabul ediyorum". O zaman Anne'min "bana verseler, imkanım olsa, Kürt meselesini çözerdim" deyişini ve bunun gerçek anlamını kavrıyorum. Bu kapıda duyup dinlediklerim, kısmen anladıklarım, nasıl da yol gösteriyor bana. "Çözerdim" kararlılığının fantastik bir iddia olmadığını, bu zehaba benim de zaman zaman kapıldığımı itiraf ve itizar ederek, ifade etmek istiyorum.

Burada işler hakikaten müşkil. Anlaşma vasıtası olmaktan çıkmış bir dil, mazrufu gitmiş zarfı kalmış gelenekler, yüzde onluk bir azınlık olmanın ezikliği, aksiliği... Bu yetmezmiş gibi manevi hayat arayışının, Türkiye'nin yetersiz desteğine karşı arkasında büyük paralar olan Vehhabi organizasyonuyla şekillenen ideolojik, rijit manipülasyonu.

Her şeye rağmen İbrahimler, Gülizar Teyzeler, laf anlayan Alim’ler var burada. Bir şeyler görüyorum ve bir yıl daha kalmak imkânı varken onları yüzüstü bırakmak istemiyorum.

Emirlerinize muntazırım. Ellerinizden hürmetle öpüyorum.

Nezihi

*

24.10.2001/İstanbul

“Aziz Kıymetli Oğlumuz Nezîhî,

Bana yazmakta çekindiğini, tereddüt ettiğini söylüyorsun. Çekingenlikler, tereddütler arada perdedir. Bizlerin yakınlığı ve dostluğu perdesiz gerek. Bütün açıklığın ve samimiyetinle benden yapabileceğim şeyleri isteyebilir, meselelerini önüme koyabilirsin. Elimden geldiği, gücümün yettiği ölçüde halini paylaşırım, halleşiriz.

Kırım macerasında kitaplardan okumakla künhüne varamayacağın, yaşanmadan incelikleri asla kavranamayacak olan canlı tablolara şâhit olmaktasın. Büyük fırsat.

1917 senesinde Rus İhtilâlinden kaçıp Türkiye'ye sığınan ve burada kendine çok iyi bir hayat kurabilen, Hilton'da kuyumcu dükkânı açan Abdül ismindeki meşhur kuyumcu bir gün bana "Hiçbir kitap, hiçbir fikir sizlere bizim çektiklerimizi anlatamaz, yaşamadan bilinmez" demişti. Sen olanları yaşayanlardan dinleme şansına sahip oldun.

Senin gibi şuurlu, sorulan suallere tatminkâr cevaplar verebilecek, imanlı, gönüllü bir Türk onlar için de semeresini ileride verecek bir rahmet elçisidir. Sen tohumları ek yeşertmesi Cenab-ı HGHasdaktandır.

Mâhur'un mektep işi hallolduğununa göre, Tülay da kabul ediyorsa oradaki hizmetini bir yıl daha uzatmanda isâbet ve hayır görmekteyim.

Muvaffakiyetler dilerim. Selam ve muhabbetler..

[imza]

Not: Gördüğün, karşılaştığın şeyleri sonra elden geçirmek üzere ehemmiyetli, ehemmiyetsiz diye ayırmadan yazıya geçirmekte olmanı can u gönülden temenni etmekteyim.”

Pür ciddiyet ve pür samimiyetle kaleme alınmış bu harikulâde kitap için Ahmet Nezihi hocamızı tebrik ederiz. Sıhhat ve afiyet içinde eserler vermesi kalbi dileğimizdir. Diğer ism-i şerifi geçenlerden göçenlere rahmet ve mağfiret niyaz ederiz. Kırım’a ve Kırımlılara da daha huzurlu günler ve gelecek dileriz. Hocanın oraya ektiği tohumların ulu ve meyveli ağaçlar olması temenni ve duamızdır.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Vadettin Aktaş
Vadettin Aktaş - 2 ay Önce

Sadece müslümanlardan oluşan bu güzel ülkenin zamanla bu hale gelmesine üzülmemek elde değil. Müslümanlar hem oransal olarak azalmış. Hem de huzur kalmamış. İsimler İslam ve Türk kültürünün canlı tanıkları. Allah yar ve yardımcımız olsun.

Bir Düşlünen
Bir Düşlünen - 2 ay Önce

Kıvrım'ın Osmanlı'dan ayrılması olayından alınacak çok sesler vardır. Osmanlı'nın hatası o yoksa Kırım Hanlığının mı. Yoksa ikisi mi. Ancak bedelini her iki taraf da ağrı ödedi. Birlik olmayınca drlik de olmuyor

Bir Düşlünen
Bir Düşlünen - 2 ay Önce

Kıvrım'ın Osmanlı'dan ayrılması olayından alınacak çok sesler vardır. Osmanlı'nın hatası o yoksa Kırım Hanlığının mı. Yoksa ikisi mi. Ancak bedelini her iki taraf da ağrı ödedi. Birlik olmayınca drlik de olmuyor