“Bir hayat seninki de elbet
Benzemiyor ama başka hayatlara
Bir cümleye dönüşüyor, bir dizeye
İçinde her şey evvela”
1971 Karaman doğumlusunuz ancak yazıyla olan münasebetinizin evveliyatı var; Molla Osmanlar’dan kalan genetik bir miras. Babadan oğula sürüp giden edebiyat ve yazın serencamınızdan kısaca bahseder misiniz?
Mollaosmanlar, baba köyündeki ailemizin ismi. Büyük büyük dedemiz Osman Efendi bir mollaymış. Sonrasında Bağrıaçık Ahmed Efendi (ki o da benim gibi Mısır’da bir süre okumuş) ile bu gelenek bir süre devam etmiş. Bir şeyler yazdıklarına dair bir bilgimiz yok. Muhtemelen telifata pek yüz vermeyen müderris türünden hocalardı kendileri. Rahmetli babam, bazı yerel gazetelerde köşe yazıları yazardı. Eğer aile içi bir gelenekten bahsedilebilirse, bunu en fazla babama kadar götürebiliriz sanırım.
“Denize akan bir sokak, senin andıran bir sen
Kızartma ve iğde kokuları, iteklenip yürünen
Mutlusun diyeceğim neredeyse, tanımasam seni
Güpgüzel bakman yaralıyor gemileri”
Nasıl bir çocukluk, ilk gençlik? Şiirin ilk tohumu nerede atıldı?
Kayda değer bir çocukluk anlatısına sahip değilim. Hayal kurmayı seven, güzel sözle büyülenen, kitapların dünyasına gömülü bir çocukluktu. Dışarıdan bakınca sıkıcı bile denebilir. İlk soruda alıntıladığınız dizelerin anlattığı gibi biraz.
Karaman- Ortaöğretim için Konya- Yüksek öğrenim için İstanbul- Kısa bir dönem Mısır ve tekrar Konya. En son kalbin kararı; İstanbul oluyor. Bu şehirler, bu duraklar neye tekabül hayatınızda, buradan bakınca sizin serüveninizde dönüm noktası teşkil eden etkileri oldu mu?
Çocukluğum Karaman’da geçti. Ama o yıllarda başka bir küçük şehirde geçseydi de aynı olurdu. Çünkü yetmişlerdeki hayat hakkında konuşmak için şehir değil, o dönemin ruhu daha elverişli. Cemaat gibi bir toplum, mütevazı mobilyalar, sert kışlar, sokaklarda oynayan çocuklar. Bütün bunlara yetişmenin keyfini şimdi sürüyorum. Konya da küçüktü ya da şöyle diyeyim, Karaman’ın biraz irisiydi. Doksanlardan sonra da şöyle oldu: Nasıl küçük şehirler eskiden birbirine şirinlikte ve tevazuda benziyorsa, artık çirkinlikte ve görgüsüzlükte benziyor.
Kahire, en sevdiğim şehirlerden. Büyü gibi bir şey. Kahire sayesinde, babamların gençlik yıllarını yaşadım. Doksanlardaki Kahire, altmışlardaki İstanbul gibiydi. Yani kısa bir süre içinde, geniş bir zaman aralığını ve yakın tarihin değişim duraklarını görmüş oldum. İstanbul benim için nedir? Bu konuda fikrim çok sık değişir. Her gün bir semt pazarı gibi kurulan ve yine dağılan bir evren bence.
Hâl-i hazırda Nihayet Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yürütüyorsunuz. Dergicilikle ilk temasınızın çocukluk yıllarınızda babanızın Diriliş ve Mavera aboneliğine kadar uzandığını görüyoruz. Neler değişti o zamandan beri Türkiye’de dergi okurluğu/yazarlığı/neşriyatının anlamı nedir, nasıl bir dönüşüm içinde, ve nereye gidiyor sizce?
Dergileri hep sevdim. Evimize çok dergi girerdi. Ben de lise yıllarımdan itibaren sıkı bir dergi okuru oldum. Dergi yazılarındaki üslubu taklit ederek yazılar yazardım. Sonradan dergici olmak nasip oldu. Temelde dergicilikte değişen bir şey yok bence. Her an koşacak gibi durur dergiler. Heyecanlı ve sabırsızdırlar. Ama gezete gibi de koşmamayı bilirler. Bu heyecanın birikme anlarını seviyorum dergicilikte.
En son Ketebe Yayınları’ndan çıkan şiir kitabınız “Şarkıyı Kes” (Aralık 2021) ile birlikte 5 şiir kitabınız var: Kaf ve Rengi (1999), Kış Bilgisi (2004), Kalbin Kararı & İlahiler ve Neşideler (2014), Bir Şair Bisikletle (2016). Bunların dışında Avarelik Görgüsü (2020), Belki de Üzülmeliyiz (2017), Kuşlarla Sohbetin Şartları (2019) adlarında 3 deneme kitabınız ve “Ailenin Serencamı - Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşması (2007), İbn Ataullah El-İskenderi - Hayatı, Eserleri, Görüşleri (2015), Hikayem Ne Tuhaftır (2018)” gibi araştırma-biyografi türünde neşrettiğiniz eserleriniz mevcut. Denemelerinizin şiirsel yanı herkesçe malum. Farklı disiplinlerde eser üretimi nasıl oluyor? Aralarında uzlaşı mı yoksa disiplinlerarası bir çatışma mı yaşanıyor?
Edebi olanla akademik olanı ayırmak zorundayız. Edebi olanda beliren şahsilik, yaratıcı ve özgün olma arzusunu; akademik olanda, üslupta değil, varsayımda, temellendirmede ve düzenlemede bulabiliriz. Buna karşın akademik üslubun, neredeyse anonim bir havası olmak durumunda. Bu, akademik hayatımın başlarında zorlandığım bir şeydiyse de zamanla alıştığım bir ayrım oldu.
Konya’daki öğretmenlik hayatınızdan sonra(1997-2002) takriben yirmi yıldır çalışmalarınızı İstanbul’da sürdürüyorsunuz. Aktif edebi eser üretiminizin yanı sıra çeşitli dergilerde editörlük, redaktörlük, çevirmenlik hatta radyo ve televizyon programcılığı, son tahlilde İbn-i Haldun Üniversitesi’nde öğretim üyeliği… Tabir-i caizse bu işin sahne tozunu yutarak gelen bir geçmişiniz var. Neler gördünüz bu süreçte, bu alt yapı size ne kattı, her şey gönlünüze göre mi seyretti?
Öğretmenliği sevdim, üniversite öğretmenliği de dahil buna. Gençlik yıllarımdan itibaren kendimi buna hazırladım ve yönelttim ama araya başka bazı işler girdi. Geçinmek zorundaydım ve ben de sevdiğim yayın işlerinin içinde olmaya çalıştım. İmkanım olsaydı, bu işlerin çoğunu yapmazdım.
TRT 2’de edebiyat çevreleri tarafından ilgiyle takip edilen “Edebiyat Söyleşileri” programının yöneticiliğini yapıyorsunuz. Programın esası, amacı ve usulü hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Edebiyatı söyleşmekten başka bir amacı yok. Yeni yayınlar, yeni isimler, yeni tartışmalar, gibi dikkatlerle konuklar çağırıyoruz. Bunu yaparken konuğun yenice bir şeyler yayınlamış olmasına biraz daha fazla dikkat ediyoruz. Ben konukları, gerçekten öğrenmek için dinliyorum, öğrenmek için sorular soruyorum. Bu kadar.
Yeri gelmişken işin mutfak kısmına vakıf biri olarak kültür-sanat dünyamızı değerlendirir misiniz? Kültür-sanat alanında bir vizyon ortaya koyabildik mi? Hep adı geçen “kültür emperyalizmi” bizde ne durumda?
Devlet olarak belli bir kültür poltikamız olduğu söylenemez. Bireysel çıkışların belirleyici olduğu, bu sebeple de biraz fırsatlar dünyasını hatırlatan bir kültür sahası var. Yapılan işlerin istikameti nedir, bunun üzerine düşünen az. Mesela çıkan dergilerin pek azı kendilerini diğerlerinden ayıranın ne olduğu konusunda düşünüyor. Böylece bireysel yeteneklerin, tikel önerilerin yarışı göze batıyor, kolektif bir çaba ve yürüyüş değil.
Yüksek lisans alanınız felsefe, doktora alanınız tasavvuf olmuş. Neden böyle bir seyir; edebiyat-felsefe-tasavvuf ilişkisini kişisel tecrübenizden yola çıkarak değerlendirebilir misiniz? Bu yolda yürümek isteyenler için kritik tavsiyeleriniz olur mu?
Lisans yıllarımda felsefeyle daha çok ilgiliydim. Zamanla bu ilgim tasavvufa kaydı. Birbirlerine yaklaştıkları alanlar hala daha çok ilgimi çekiyor. Edebiyatın bunlara doğrudan ihtiyacı yok. Ama bir yazarın, sosyal bilimlerin, beşeri bilimlerin farklı alanlarından beslenmesi; bu birikimi edebi şahsiyetinin denetimine verebildiği ölçüde, onu daha sofistike bir yazar yapar.
Yazmaya ilk olarak daktilo ile başladığınız için hâlâ F klavye kullandığınızı biliyoruz. Alışkanlıklarınızı devam ettirmek yahut terk etmek konusunda nasılsınız, bir yazın rutininiz var mıdır?
Rutinim yok. Her yerde yazabilirim. Kalabalık ortamlarda büyüdüm, gürültüde odaklanmayı öğrendim.
İlk gençlik yıllarınızda bolca tiyatro ve senaryo okuduğunuzu, lise yıllarınızda iki tiyatro metni yazdığınızı ve hatta bu oyunlardan birinde oynadığınızı öğreniyoruz. Topluluk önünde okuduğunuz ilk şiir olan Necip Fazıl’ın “Anneciğim” ile ciddi bir etki uyandığınız da tatlı bir anektod olarak duruyor. Sahne sanatlarının önemini bilen biri olarak bundan sonra bir film senaryosu yazmayı düşünür müsünüz?
Tiyatroya olan ilgim dramaturjiden ziyade metne yönelik. Oyun metinlerini okumayı severdim, çünkü iyi örnekler bana diyalogla yapılabilecek harikaları, böylece sözün gücünü gösteriyordu. Film senaryosu, metni önceleyen bir tür değil. Senaryo yazmayı düşünmedim bu yüzden.
İlk şiir kitabınız “Kaf ve Rengi”, Yedi İklim Yayınları’ndan(1999-Ocak) çıkıyor. İlk göz ağrınız olarak bu eserinizin sizin için hususiyeti nedir?
Şiire bütünüyle odaklanmış genç bir adamın çabası var orada. Dize kurmayı, müziği, imgeyi kurcalayan bir genç. O şiirlere bakınca, atölye sesleri geliyor kulağıma.
Tabi edebiyat dünyasından duayenler, şiirinize, yazın dünyanıza harç katan; sesinize ses olanlar vardır. Doğu’dan ya da Batı’dan, sizin mozaiğinize elini katıp karıştıranlar oldu mu? Yazar, şair, sanatçı kim varsa bilmek isteriz.
Çok var. Neredeyse herkes. Çağdaş şairlerin hepsi. Kendi kuşağımın tamamı. Eskiler. Şeyh Galip, Hafız gibi eskiler. Ve şimdi de en yeniler. Yirmili yaşlardaki genç şairler.
Valery, “İlk mısra Tanrı vergisi, gerisi çalışma” der.
“Hazan değmiş bahçe hakkında yazılan şiirler,
Böcekler ve kökleri unutmasın şiirler…”
Dilce susulup bedence konuşulan bir çağda “mânâ şairin karnında” mı her zaman? Sizin şiiriniz yükünü nereden alıp geliyor, nasıl başlıyor, nerede bitiyor?
Şiirin ölçütü, kanıtı, yöntemi, mecrası şairdir. Bu anlamıyla, mânâ şairin karnındadır, damarındadır, zihnindedir. Şiir yazılıp bittikten sonra bile bu mesafenin tam olarak kapanması mümkün olmaz. Şiir kamusal hâle gelse de, okur o şiiri kendine mal etse de o şiiri hiç kimse şairi gibi sezemez. Sezemez dedim. Çünkü şair ne yazdığının tam olarak bilincinde olmasa bile onun yazdığı karşısındaki sezgisi yine de benzersizdir.
Söyleşi: Hacer Yeğin