Şiiriyle, diliyle, yaşamı anlamlandırmadaki nüanslarıyla kendi medeniyet kaynaklarına uzak düşmüş ya da düşürülmüş bir dünyanın çocuklarıyız. Atalarımızın ne yazdığı, nasıl yazdığı, hangi anlam dünyasının içinden konuştuğu noktasında gerçekten cehalet içindeyiz. Geçmişle bugünkü dilin değişmesi, varlığı anlamlandırma ve ifadelendirme konusundaki irtifa kaybı bizi medeniyetimize karşı turistleştirdi. Varlığı anlamlandıran dilin kadim bağlamından kopması, basitleşmesi, aynı zamanda yaşadığımız ruh halimizin de adileşmesi anlamına gelir. Yanlış kavramsallaştırmalar, metinler arasındaki ters bağlantılar, geçmişteki edebiyat ürünlerini üstünkörü bir bakışla ele almak, yazılan metinleri bağlamından ve kökeninden kopartarak yozlaştırmak, kültür ve edebiyat alanındaki zevke, üretkenliğe kasteder. Böylelikle ne geçmiş anlaşılır ne de gelecekte güçlü bir kültür/edebiyat hayat bulur. Zevksizliğin, renksizliğin, kelime kalabalıklığının arasında yitip giden bir edebiyat… Varlığa dokunmayan, yaralara merhem olmayan...

Ahmet Atilla Şentürk, bu talihsizliği, bu dilsel kopukluğu, bu edebi düşüşü fark eden hocalardan. Kendisi Türk Dili ve Edebiyatı üzerine akademik eğitim almış biri. Sadece akademik eğitimle yetinmiyor. Kuru, zevksiz bir metin avcılığı peşinde değil. Şiiri, edebiyatı, kültürü yükselten, varlığı arayışın sancısında olan ruhun izinde. Bizi biz yapan ruhun… Yağmalanmış medeniyetimizin…

Kadim edebiyatımızı çözme, anlama konusunda ciddi engeller var

Tabirin yanlış kullanımıyla Eski Türk Edebiyatı profesörü Ahmet Atilla Şentürk. “Eski Türk Edebiyatı” tabirini kendisi de sevmiyor. “Divan Edebiyatı”, “Divan Şiiri” kavramsallaştırmasını da… “Osmanlı edebiyatı”, “Osmanlı şiiri” diyor. Edebi metinlerin sadece edebi metin olarak değerlendirilemeyeceğini, aynı zamanda bunların birer tarihi vesika olduğuna dikkat çekiyor. Aşk üzerine bina edilen, aşkı söyleyen binlerce beyitten mütevellit kadim edebiyatımızın toplumsal yaşamın en ince detayına kadar dikkat kesildiğini, sosyal hayatın gözler önüne serildiğini belirtiyor. Şairlerin önceden söylenmiş sözleri tekrara düşmeme titizliği… Bir edebiyat geleneği çerçevesinde en yeniyi ve mükemmeli yakalama gayreti… Daha önce söze getirilmemiş inceliklerin bulunup söylenmesi… İşte bu bütün olgular bir araya toplandığında toplumun bütün ayrıntılarını, tarih kitaplarına girmeyen özelliklerini görme, tanıma imkânını doğuruyor. Edebiyat sadece edebiyat yapmak olarak kalmıyor.

Ahmet Hoca, bizim yaşadığımız şartlarla tamamıyla farklı bir çevrede yaşayan atalarımızın duygu ve düşüncelerini yansıtan edebi eserlerini anlamanın o kadar kolay olmayacağını söylüyor. Bir kere bu metinlerle aramızda ciddi bir yazı engeli var. Kavramlar, hayaller yabancısı olduğumuz şeyler. Bu sebeplerle kadim edebiyatımızı çözme, anlama konusunda ciddi engeller var. İşte bu engeller dolayısıyla ortalık yanlış yorum ve kanaatlerden geçilmiyor. Hoca, kadim şiirin klişeleşmiş estetik değerleri arasında temel karakteri oluşturan “âşık” tipine değinirken, bunun çoğu zaman “şair”in şahsıyla özdeşleştiğini ve bütün şairlerin kendilerini “abdal” olarak idealize ettiklerini belirtiyor. Bunun oluşmasında etkin olan durumu da açıklarken dini vasıta olarak kullanan, toplumda güç ve prestij oluşturmaya çalışan “sofu/zahit” tipine karşı duyulan tepkinin önemli bir payının olduğunu söylüyor. Riya kirinden arınmışlık boyutunun yakalanması… “İnsanlar hakkımda ne düşünür” kaygısının terki…

Kitaplarıyla kötü gidişata dur deme gayretinde

Dil konusunda hassas bir edebiyatçı olan Şentürk, şiir ve edebiyatın boyacı küpüne daldırılıp çıkarılarak oluşamayacağını söylüyor. Yüzyıllara uzanan bir estetik süzgecinden damıtılarak ortaya çıktığını vurguluyor. Dil olmazsa şiir ve edebiyat da olmaz kanaatinde. Biz dilimizi yitirdik ve kendimize uzaklaştık. Koskoca medeniyet dilimizi 80-100 kelimeden ibaret bir çöl haline getirdik. “Divan edebiyatı” denerek, failün mefaülün sayıklanarak kadim şiirimizle dalga geçildi.

Bir zamanlar kadın erkek, genç yaşlı herkesin şiire ünsiyetinin olduğu bir toplum, dedikoduyla, gereksiz malumat yığınıyla yatar kalkar hale geldi. Hem de en kötüsünden… Aşk ise yalnızca dizilerde seyredilen ve iç geçirilen bir hal… Daha da vahimi modern psikoloji aşkı obsesif bir hal olarak tanımlıyor. Ve biyolojik bir vakaya indirgeyerek kadın-erkek arasında var olan bir cinsel algıya dönüştürdü. Şentürk’ün şiir tahlillerinde söz ettiği gibi aşk ontolojik, bütün varlığa sirayet eden üst bir hal. Fuzuli’nin söylediği gibi “Aşk imiş her ne var ise âlemde”. Şimdi Osmanlı şiirine Freudyen bir eğitim sürecinden geçen birinin gözüyle bakarsak tabiî ki bu edebiyatı ve şiiri yargılamamız gerekir. Ama Ahmet Atilla Hoca mevzuya bölünmüş bir zihinle bakmıyor. Bütün varlığın temeli aşkı bu metinlere dayanarak açıklıyor. Olayın psikolojik değil ontolojik olduğunu gösteriyor. Modern dünyada Freud için “ruhu çözümleyen adam” derler. Ne yazık ki binlerce metinle ruh tasnifi yapan, ruhu anlamaya çalışan geleneğin çocukları olan bizler, Freud’un bu hastalıklı çözümlemelerine teslim olmuş vaziyetteyiz.

Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Divan/Molla Aşki, Taşlıcalı Yahya Beğ’in Şehzade Mustafa Mersiyesi, Osmanlı Şiir Antolojisi, Osmanlı Şiir Kılavuzu, Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Necati Beğ’in Sultan Bayezıt Methiyesi ve Bazı Gazelleri Hakkında Notlar, Rakib’e Dair gibi kitaplarıyla kötü gidişata dur deme gayretinde olan Hoca’yı takip etmek gerekir. Kültür dairemizin şiir ve edebiyat dalında çalışkanlığı ve veludluğuyla takdir edilmesi gereken değerlerimizden biri O.

 

Muaz Ergü yazdı