Bazı insanlar vardır, anılmazsa olmaz; gündem edilmezse ve görüşülmezse büyük bir kayıp olur diğer insanlar için. Onlara yakınlaşmak, hayra kapı aralamakla eşdeğerdir. Onları, unutulmuşluğun tozlu ve şerli raflarına kaldırmak, yapılacak en büyük zulümlerden biridir belki de.

Ve öyle insanlar da vardır ki, onları hatırlamak, onlarla ilgili konuşmak, onlara yaklaşmak zulmün tâ kendisidir. Hüsrana uğramak isteyenler o kişilerle birliktelik kursunlar; bu, onlara kayıp olarak yeter de artar bile. Bu evsaftaki insanlarla birlikte olmaktan şanı pek yüce olan Rabbimize sığınmak gerek.

Biz tabi ki tercimizi iyilerden, doğrulardan, hayırlılardan ve bize hep kazanç getiren, bizi büyüten, yürüten, koşturan ve coşturan güzellerden yana yapıyoruz. Hani Goethe’ye atfen söylenmiş bir söz var ya: “Kimi insanlar bir yere girdiklerinde orayı aydınlatırlar, kimileri de çıktıklarında.” Evet, şimdi aydınlık çehreli, yüreği Müslümanlara, İslam’a, direkt olarak ümmete atan; Allah için ve dini için nefes alıp veren, en büyük gayesi tevhidî bir ömür yaşamak ve bu hal üzere Rabbine kanatlanmak isteyen bir Müslümanı sizinle tanıştırmak istiyorum: Erdal Bayraktar!Erdal Bayraktar

Birçok dergide yazdı

Kayseri’de doğup büyüyen, Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi’nde edebiyat okuduktan sonra tekrar memleketinde hayatını sürdüren bir Müslümandır o. Müthiş bir okuyucudur. Sular seller gibi içmiştir mühimliğine erdiği kitapları. Sadece kitap okumakla kalmaz; birçok dergiyi de takip eder. İnternet üzerinden sevdiği ve ulaşabildiği yazarların değerlendirmelerini asla es geçmez. Gözünün tuttuğu makale ve deneme türü yazıları kardeşlerinin mail adreslerine göndermekten çekinmez, erinmez.

Yazmayı da sever aslında ve yazma işini büyük bir sorumluluk olarak görüp sürdürmeyi uygun görür. Yıllar evvel “Erdemli Bir Dünya İçin” sloganıyla her ay büyük bir heyecan ve umutla okuyuculara ulaşan Değişim dergisinde yazmıştı. Davası için cümleler ekip sevdasız olmayacağının altını çizmiş ve hasat mevsiminde boy boy fidanlar büyütmüştü kardeşleriyle birlikte. Daha sonra Genç Birikim, İktibas, Söz ve Adalet vb. dergilerde, üzerinde durulması gerektiğine inandığı konuları ve meseleleri yazıp paylaşmıştır. Ama çoğu zaman meramının tam olarak anlaşılmadığını düşündüğündendir ki, dergilerde yazmaya imtina eder oldu.

Müslümanların ve özellikle de kanaat önderi olanların, topluma vaziyet etme derecesine varanların ne, kim ve nasıl olursa olsun asla sisteme entegre olmamaları gerektiğinden; muhalif duruşumuzu kaybetmek demenin can damarlarımızın kesilmesinin resmi olacağından; heyecanımızdan ve gençlere hakkıyla yol gösterme derdinden, örnekliğinden feragat etmenin gelecek nesiller için katliam niteliği taşıyacağından dem vurdu bütün yazılarında. Âlim konumunda olanların hükümetlere yakın olmalarını, hükümetlerden nemalanmalarını kınadı ve bunu hep çekinmeden dillendirdi.

Frekansı hep kitaba ayarlı

Yeni çıkan kitapları ya elinde ya da almamış olsa bile, gündem ettiğini görürsünüz hemen. Belki de yazarlarından daha önce bilgi sahibi oluyor yayımlanan kitaplardan. Bir vakitler Kayseri’nin fikir ve hareket merkezi keyfiyetinde olan Bilgi Kitap Kültür Merkezi’nin kütüphane sorumlusuydu. Gerek kütüphanede ve gerekse kitabevi bölümünde hangi kitabın hangi rafta ve o rafın hangi köşesinde olduğunu bilirdi.

Frekansı hep kitaba ayarlıdır. Kitap deyin, başka bir şey demenize gerek yok; saatlerce soluksuz muhabbet edeceğiniz mevzu anlaşılmıştır artık. Kitaplarla olan münasebetinin ne kadar önemli boyutta olduğunu, evinin en büyük odasının dörtte üçünün duvarlarını boydan boya kaplamış kütüphanesinden çıkarabilirsiniz. Okumak onun için hayatın vazgeçilmezi mesabesindedir.

Bir gün bir ağabeyin evinde Erdal Ağabeyle beraber misafirlikteyiz. Misafiri olduğumuz ağabeyin azımsanamayacak kadar kitabı vardı. O anda nerden esti bilmiyorum ama -iyi ki esmiş-; Erdal Ağabeye sırtımı dönüp kitaplığın önüne geçtim. “Abi, bu tarafa bakma, sana kitap isimleri söyleyeceğim; bakalım kimlere ait olduğunu bilecek misin?” dedim. İnanın yerli-yabancı bütün sorduğum kitapların yazarlarını bildi. “Allahu Ekber” dedim.

Şeyh Ahmet Yasin’e ne kadar da çok benziyor

İyi bir okur olmasının yanında eylemcidir de. Kayseri’de bir konferans, miting, eylem, Cuma namazı çıkışı şehit olan bir Müslümanın cenazesi ya da toplu şehit olanların cenazeleri mi kılınacak; o ortamda hemen etrafınızı şöyle hafifçe kolaçan ederseniz, onu müsait bir köşede tekerlekli sandalyesinde dimdik, onurlu ve sevdalı bakışlarıyla durur halde görebilirsiniz rahatça. Ümmetin derdiyle dertlenmek demek, ümmet soluklu işlerin bir ucundan tutmak ya da ortasında olmak demektir. Bu ikisinin harici seçenek yoktur müminlere. O, gücü nispetince ve hatta gücünün de fevkinde bir bilinçle meydanı boş bırakmamıştır.

Evet, tekerlekli sandalyesiyle dedik. O, yıllardır sandalyesinde hayatını idame ettiriyor. Şeyh Ahmet Yasin’e ne kadar da çok benziyor değil mi? Sandalyeye bağlı kalmak demek; dünyaya, Müslümanlara, sorunlara kayıtsız kalmak demek değildir. Ve o kendini hiçbir vakit özürlü olarak görmedi.

Yine bir gün evinde kendisini ziyaret etmiştik arkadaşlarla, bir telefon gelmişti. Telefondaki ses, engelliler derneğinden aradığını ve o hafta engelliler haftası olduğunu, kendisini de davet ettiklerini söylüyordu. Erdal Ağabeyin cevabı net ve net olduğu kadar da ibretliydi: “Biz kendimizi engelli saymıyoruz. Sağ olun, teşekkür ederiz.” Bu denli hayatın merkezinde olmayı yeğleyen bir yüreği, değil tekerlekli sandalye bin kapılı zindanlar tutsak edemezdi. Özgürlüğün/muvahhid olmanın lezzetini tâ ciğerlerinde hisseden bu Müslüman için hiçbir engel yoktu Rabbin rızası yolunda yürümek için. Aziz şehidimiz Şeyh Ahmet Yasin’den ne farkı var şimdi Erdal Ağabeyin?

Erdal BayraktarAyrıca gençlerle irtibatı ve münasebetleri hiç olmadığı kadar iyidir. Özellikle de üniversiteli gençlerle birlikte olmak, onun en çok sevdiği işlerdendir diyebiliriz. Gençlerin sorunlarıyla ilgilenmek, çözüm arayışlarına girmek, onların gelişmelerine ve “iyi bir renge bürünmeleri”ne yönelik kitap tavsiyelerinde bulunmak onun vazgeçilmezleri arasındadır. Bu, onun eğitimci yönünün ağır basmasından ileri gelmektedir.

Rasim Özdenören’i, Sezai Karakoç’u, Seyyid Kutub’u, Mevdudî’yi, Hasan el Benna’yı, Ali Şeriatî’yi… okumadan yaşayan bir Müslüman gence ben hayret ederim, mahiyetinde sözler sarf eder. Yine Aliya İzzetbegoviç, Akif Emre, Atasoy Müftüoğlu ve Leyla İpekçi gibi isimleri takip eder ve es geçilmelerine hayıflanır. Her gün belli oranda anlamıyla birlikte Kur’an okunmazsa ve yine hadis okumalarıyla günler bereketlendirilmezse, insan daha ne diye yaşar ki! O, bunları çok zaman ifade etmiştir. İstifade edebilenlere ne mutlu!

Erdal Ağabey şimdi, oğlunun ve kızının okul durumlarından dolayıdır ki, İstanbul’a göç etti. Fazla değil; şunun şurasında bir kaç ay oldu gideli. Ama çok zaman olmuş hissiyatına kapılıyor onu özleyen yüreğimiz. Yukarıda Goethe’nin sözünü aktarmıştık ya hani; Erdal Ağabey gidince ışıldayan yeri karanlığa yüz tuttu şimdi… İstanbul bunu bize yapmayacaktı! Zaten neredeyse bütün hareketli insanlar orada; onlar yetmiyormuş gibi, bir de Erdal ağabey’i aldı yanına. Biz kiminle dertleşeceğiz, konuşacağız, bir karara-sonuca varacağız kardeşim? Çok oluyor artık bu İstanbul’unuz sizin! Gözün doysun artık ey Fatih’in yadigârı!

Rabbimiz kaygılı ve davalı insanlarımızın emeklerini zayi etmesin, sayılarına sayı katsın ve ayaklarını aziz dini olan İslam üzere her daim sabit kılsın.

 

Fatih Pala yazdı