Şirin bir Ege kenti olan Nazilli, farkında olmadan çok önemli bir sevdalısını kaybetti. Tarihi uzun çarşının bir köşesinde uzun yıllar çanta tamirciliği yapan Erol’un, mesleğinin yanında kendine has birçok özelliği vardı. Onun şehrin sosyal yapısına verdiği mütevazı katkılar, parlak ambalajlarda sunulan, medyatik şeyler değildi. Bununla beraber bu beldede dünden bugüne taşınan değerlerin, güzelliklerin farkında olanlar, onun samimi dostluğuna daima önem vermiştir. Çantacı Erol’un burada söz konusu etmek istediğim dört önemli özelliği vardı ki bunlar esasen birbirine sıkı sıkıya bağlı meziyetlerdir.
Muhabbet
Kim bilir kaç yıllık kepengi yukarıya kaldırılmış, önünde bavullar dizilmiş salaş dükkânın önüne her geldiğimde onun, emektar dikiş makinasının başında çalışırken kenara iliştirilmiş taburede oturan bir misafire bir şeyler anlattığını çok görmüşümdür. Geldiğimi fark edince her zaman gülümseyen yüzüyle karşılamasına, küçük dükkândaki en rahat tabureye buyur etmesine alışkındım.
Elinde yetiştirmesi gereken bir çanta varsa onu da ihmal etmeyerek sohbete başlardı. Tabi önce çaylar içilecek. Ben serin aylarda buralarda “dal” adı verilen adaçayını tercih ederdim. Ama eğer mevsimiyse mutlaka çarşıda çok iyi yapılan “koruk” suyunu isterdik. Yanındaki küçük hoparlörün altındaki kırmızı düğmeye basarak çaycıyla temas sağlardı.
Dükkâna geldiğimde birileri daha varsa kendine has üslubuyla mutlaka tanıştırırdı. İki tarafı birbiriyle ilgilenmeye davet ederdi. Kim olduğu, hangi ortak tanıdıklarımız bulunduğu, ne iş yaptığı, oğlunun kızının nerelerde çalıştığı bir bir ortaya dökülmeye başlardı. Günümüz insanı, hayatı hakkında bilgi vermekten kaçınıyor, ketum davranıyor. Çevresine, dostlarına açılmak istemiyor. Bu da aslında insanlarla arasına duvar örmesi anlamına geliyor. Çantacı Erol bir duvar yıkıcıydı, yani ara bulucuydu. İnsanları bulup buluşturmaya bayılırdı. Durup dururken çocukluğumuzda tanıdığımız ama on yıllardır görüşemediğimiz birisini arayıp telefonu elime tutuşturduğu çok olmuştur.
O tam bir hemşehri, tam bir “bölgesel” insan kaynakları uzmanıydı. Fakat bunu zorlayarak veya bir şeyler umarak değil tabiatının gereği olarak, yaratılıştan gelen insan canlısı, sıcak özelliğiyle kendiliğinden yapıyordu. Hangi saatte, nerede karşılaşsanız sizi gülen bir yüzle karşılayacak kadar enerjisi her zaman vardı. Bu enerji onun her kesimden geniş bir çevre edinmesini sağlamıştır. Bu şehirde doğup büyümüş nice insanın Dünyanın her yerine ulaşan macerasını şaşkın bakışlarla ondan dinlemişimdir.
Sümerbank’ta usta olarak çalışan ve emekli olan falanca amcanın oğlu Amerika’da önemli bir kalp cerrahı olmuş. Başka birisinin kızı Birleşmiş Milletlerde üst düzey yönetici, bir başkası Avrupa Adalet Divanı’nda hakim. Kimisi İstanbul’da bir araştırma hastanesinde profesör, kimisi bir sanayi kuruluşunda genel müdür. Onunla birlikte ne yazık ki “diyasporadaki” aktif bir kent envanteri de kaybolmuş oldu. Çünkü hepsi onun hemen paylaşmaya hazır pratik aklının bir yerlerinde duruyordu. Samimi yaklaşımı, görüştüğü insanlarla hakiki dostluklar kurmasını sağlıyordu. Zaman zaman dükkânı uzun süreliğine kapatır, ya arabasıyla İstanbul’a, bir tatil beldesine veya yurt dışına uzanan dostluk bağlantısıyla bir Avrupa ülkesine gittiği olurdu. Ortak dostlarımızla haberleşmeyi onun vasıtasıyla yapardık. Görüşleri ne olursa olsun hemşehrisi olan insanların tanınmasını ve birbiriyle tanışmasını isterdi.
Onu kaybetmeye bir türlü alışamayan kız kardeşinden duyduğum bir sahneyi buraya almadan edemeyeceğim. Evden işe gidiyorum diye çıkıyor. Ama onun sokakta ilerlemesi kolay değil ki. Aradan uzunca bir zaman geçtiğinde arkasından sokağa çıkan kız kardeşi onun evin hemen yakınında, bisikletinden inmiş, sokak temizliği yapan belediye görevlisiyle koyu bir sohbete daldığını görüyor. Onunla neler konuşuyordu? Bu sadece ona mahsus bir sırdır. Kimsenin dönüp bakmadığı, yanından yok gibi geçtiği insanlara o selam verir, halini hatırını sorar, ne yiyip içtiğini, nerede kaldığını, ne gibi sorunlar yaşadığı öğrenir, üstüne memleketin gidişi hakkında görüşlerini paylaşırdı. Meslek, sınıf ayrımı yapmadan herkesle rahatça yakınlık kurabilen geniş gönüllü bir insandı. Onun için insanların en önemli özelliği, insan olmalarıydı.
Sadakat
Çantacı Erol bir Sümerbank çocuğuydu. Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası bu kentin yakın tarihine damgasını vurmuştur. Fabrikanın aktif olduğu yıllarda bu kent, ülkemizin gelecek vadeden önemli merkezlerinden biriydi. Planlı kalkınma dönemindeki sosyal devlet anlayışının en güzel örneklerinden birisiydi. Menderes ovasında yaygın olarak ekilen pamuğun en büyük alıcısı olmasının yanında çalışanlarına sunduğu imkanlarla tanınmış örnek bir işletme durumundaydı.
Elektrik santralinden atölyelere, “vazife evleri” denilen işçi ve memur lojmanlarına, okulundan sosyal tesislerine, toplum hayatında ihtiyaç duyulan tüm alanlarda kendine yeten bir ortam sunmaktaydı. İçinde bulunduğu kente, çevresine ve ülkemize ekonomik olduğu kadar sosyal ve kültürel anlamda önemli katkılar sağlamaktaydı. Paraya dayanan günümüz işletme anlayışına karşı, insana dayanan bir model sunmaktaydı. O günlerde, Nazilli biraz da Sümerbank demekti.
Özelleştirme furyasında fabrika sahipsiz kaldı, zamana ayak uyduramadı, günü geldi, kapatıldı. Yakın tarihin çok önemli tanığı olan bu fabrikadaki eski makinalar, malzemeler, hurdacılara satıldı, tahrip edilerek ham metale dönüştürüldü. Tarihi bir miras yok edildi. Her şeyi yıkıp değiştirmeye meraklı olan sözde modernist belediyecilik anlayışı, yüzbinlerce insanın hatıralarını taşıyan sosyal tesisleri, “vazife evlerini” yıkarak park alanına dönüştürdü. O günleri yaşayan insanların kalbinde nasıl bir travma etkisi yaptığını anlamak için kendileriyle konuşmak yeterlidir. Ne yazık ki ülkemizin her yerinde kentsel tarihimizde hatıraların, geleneklerin, estetik birikimin yok edilme süreci yaşanmıştır. Onların yıkıntıları üzerine inşa edilen ve geçmişi olmayan beton yapıların yeni kuşaklara anlatacak fazla bir şeyi yoktur.
Bütün bunları niye yazıyorum? Çantacı Erol tam bir Sümerbank sevdalısıydı. Mensupları ve çocukları arasında tatlı bir nostalji olarak dilden dile dolaşan bu kuruluş, kapanma ve yıkılma sürecinde acı bir hatıraya dönüştü. Bunu en iyi dile getirenlerden birisi de Çantacı Erol oldu. Bu nedenle Erol, yaşadığı kentte, ülkemizde veya Dünyanın herhangi bir yerinde olsun Nazilli Sümerbank’la ilgisi olan her kim varsa onunla irtibat kurmaya çalışır, geldiğinde görüşür, bununla yetinmez mensupları ve çocuklarını birbiriyle görüştürürdü.
Dükkânına her gidişimde hangi mevkilerde çalışan bir kişinin, Sümerbank’taki hangi çalışanın çocuğu olduğunu, “vazife” evlerinde hangi sokakta oturduklarını bir bir anlatırdı. Bahçeli evde mi oturuyorlardı, apartmanlarda mı, hayal etmeye davet ederdi. Bir zamanlar nice nesillerin hatıralarını süsleyen, bugün park haline getirilmiş olan alanda ağaçların birçoğu yerinde duruyor. İnsanlar çocukluk çağlarından tanıdığı ağaçlara bakarak sokakların evlerin nerelerde olabileceğini tahmin etmeye çalışıyor. Çantacı Erol, bu konuda rehberlik yapabilecek önemli bir tanık durumundaydı.
Tabiat
Bu kadar insan canlısı olan bir şahsiyetin kendini bir kurumla sınırlandırmayacağını tahmin edersiniz. O bütün bir Nazilli ve çevresinin usanmaz, yorulmaz sevdalısıydı. Büyük şehirlerden gelen dostlarına bu beldenin güzelliklerini anlatmaya doyamazdı. Ilık ve temiz Ege havası, dağlarından adeta fışkıran tatlı suyu, yaz kış ayrı zenginliğe sahip meyvesi, sebzesi ve ılımlı tabiata sahip insanıyla burası tam yaşanacak yerdi. Mübarek incir ve zeytinin önemli bir merkeziydi. Her gün ayrı semtinde kurulan pazarlara çevre köylerden çeşit çeşit doğal ürünler geliyordu. Tok gözlü, içten bir tabiata sahip olan köy insanı kendi eliyle yetiştirdiği ürünleri uygun fiyata pazara sunuyordu.
Çantacı Erol, köyleri ve ürünlerini çok iyi tanıyordu. Yediğine içtiğine dikkat eden bir insandı. Her şeyin mevsiminde yenmesini savunur, sağlıklı tarım ürünlerini yakından takip ederdi. İlaç görmemiş kuru üzüm bulmak için pazarda uzun süre dolaştığımızı hatırlıyorum. Ege’ye özgü ot kültürünü yakından bilirdi. Bazı otların hangi hastalıklara iyi geldiğini uzmanından öğrenmişti. Şeker hastalığı için bildiği bir ot vardı. Korona salgını sırasında kekik yağı ve zeytin yaprağının mucizevi etkileri üzerine önemli paylaşımlarda bulundu. Ege dağlarının önemli bir bitkisi olan Kantaron ve yağı onun favorileri arasındaydı. Bu yağı en iyi kimin yaptığını bilir, yanında bulundururdu. Neye yaradığı konusunda elinden geldiğince bilgi verirdi.
Dağlardaki, ovalardaki doğal zenginlikleri gidip yerlerinde görmek önemli alışkanlıkları arasındaydı. İnsanlar evinde, kahvelerde, çarşı pazarda vakit geçirirken o arabasına atlar dağları keşfe çıkardı. Çevredeki dağ köylerini onun kadar tanıyan var mıdır bilemiyorum. Bir defasında kestane hasadı zamanı arabasıyla dağ köylerini gezdik. Devasa ağaçlardan toplanıp bekletilen kestanenin dikenli kabuğundan bir makinayla ayrıştırılması sürecini ilgiyle izledik.
Geçtiğimiz her köyde insanlar onu tanıyor, samimiyetle kucaklıyordu. Kimisi köy kahvesinde, kimisi evinde bize çay kahve ikram etmek için adeta can atıyordu. Tabi her uğradığımız köylü birer torba kestane vermeyi ihmal etmemişti. Öyle cömert gönüllü insanlardı ki onları “bu kadar yeter” diye biz durduruyorduk. Eve döndüğümüzde torbalar dolusu kestanemiz vardı. Aksu’daki kestane atölyesini, orada glikoz değil sadece şeker kullanıldığını, ürünün önemli bir kısmını buralara kadar gelen Japonların aldığını ondan öğrenmiş oldum.
Çantacı Erol İstanbul’a yolu düştüğünde kestirme dağ yollarından gidiyor, bana da bu yolu tavsiye ediyordu. Bir iki defa onu dinledim. Kilometresi az olsa da bu yol daha uzun sürüyordu. Çünkü çok dolambaçlı, yokuş ve inişliydi. Ama tabiatla iç içeydi. Çok güzel manzaralar sunuyordu. Kendi başına arabasına atlayıp Arslanlı yolundan Beydağı’na, oradan Ödemiş’e ve bir mesire yeri olan Gölcük’e gitmeyi seviyordu. Yaz günü serin Gölcük havasında gece tek başına arabasında kalıyordu.
O bir tabiat aşığıydı. Köyler, pınarlar, ağaçlar onun dostuydu. Onun gitmesiyle, Nazilli dağları öksüz kaldı. Beydağı’nda en saf suyun aktığı çeşmeyi birlikte gördük. Arabasında her zaman hazır bekleyen bidonlara doldurduk. Dükkânında kırmızı toprak bir testide bu sudan bulundurur, isteyene ikram ederdi. Dolapta soğutma suya itibar etmezdi. Bir bayram günü sabah vakti aradığını hatırlıyorum. Keşkek yemeye gidiyormuşuz! Güzelköy’de Üçkuyular kahvesinde bayramlarda keşkek dağıtıldığını kaç kişi bilir? Nazilli ve çevresinin doğal ve kültürel zenginlikleri onun yazılı olmayan envanterinde saklıydı.
Tamirat
Çantacı Erol dostlarına olduğu kadar işine, dükkânına, hatta kullandığı eşyalara sadıktı. Dışarıda revaçta olan “kullan at” kültürü ona göre değildi. Küçük bir ticari aracı vardı ama işine emektar bisikleti ile gelir giderdi. Dükkânın önünden geçerken eski model bisikleti kapı önünde beklerken görürdünüz. Bu, dönüşte bir şeyler taşıyacağı anlamına gelirdi. Çünkü evi yürüme mesafesindeydi. Eşyalar onun için her an çöpe atılabilecek bir meta değil şahsiyeti olan bir dost, bir arkadaştı. Öylesine özen gösterir, yıprandığında tamir ederdi. Çevre konusunda medyada boy gösterenlerin ondan alacak çok dersi vardı.
15 - 20 metre kadar bir alana sahip olan dükkânda iki emektar makinenin üzeri, çevresi, kim bilir hangi çantaya ait irili ufaklı parçalarla doluydu. Her köşede çeşitli boylarda çanta ve valiz, yalnız onun bildiği bir düzenle istiflenmişti. Kapıya gelen bir müşteri çantasını sorduğunda yığınlar arsından onu nasıl bulduğunu şaşkınlıkla izlerdiniz. Hazır değilse kimine “akşama alabilirsiniz” der, kimine birkaç gün verir. Bir çantayı kabul ettiyse, hala yapılacak bir şey var demekti. Dükkânın bir iç merdivenle çıkılan tavan arasında kim bilir hangi malzemeler, çantalar sırasını beklemekteydi.
Sıklıkla karşılaştığı bir durum, bırakılan çantanın alınmamasıydı. Onlara süre veriyordu. Bazı insanlar çantasını buraya bıraktığı halde tamirden vazgeçiyor, dışarıdaki sese kulak vererek yenisini almayı tercih ediyordu. Eski çantayı ise burada unutuyordu. Bu da bir yerlerde çöp dağlarının oluştuğu anlamına geliyordu. Eşyaya sadakat, Çantacı Erol’un işiydi. Mümkün olduğunca kullanılacak, gerektiğinde tamir edilecek. Mesleği, tam bir çevre koruma faaliyetiydi.
Ne yazık ki bu, sonsuz ihtiyaçları karşılamak için sürekli tüketime dayanan günümüz hayat tarzına uymayan bir şeydi. Valiz yığınlarının arasında köhne sandalyesine oturmuş makinede sökükleri dikerken, bir yandan tabureye ilişen ve sürekli değişen misafirlere laf yetiştirmeye çalışırdı. Çantalardaki yırtılma ve kopmaları tamir ederek faydalı bir iş yaptığı gibi, insan ilişkilerindeki bozulma ve kopmaları da giderme gayretindeydi. Adeta gönülleri de tamir etmeye çalışıyordu. Onun gidişiyle bir beldenin sosyal hayatında etkili olan önemli bir şahsiyeti kaybettiğini düşünüyorum. Bundan böyle yıpranmış çantalar ve ilişkiler tamir etme zahmetine girmeden daha kolay bir kenara atılacaktır.
Nazillide görüşmüştük. Sümerbanklılar derneği başkanıydım. Rahmetli arkadaşımızı iyi anlatmışsın. Okurken benzer olayları birebir yaşadığım gözlerimin önüne geldi. Değerli bir çoculuk arkadaşımızı kaybettik mekanı cennet olsun. Cenazesine katıldım ne kadar çok seveni varmış. Mekanı Cennet olur inşAllah.