Ağustos 2022 dergilerine genel bir bakış-2

Karabatak’tan Edebiyat ve Yaşlılık Dosyası

Bir süre önce rahatsızlık geçiren A. Ali Ural hocamızı dergide şiiriyle, selamlama yazısıyla görünce yüreğimize su serpildi. Rabbim’den şifalar diliyorum, dualarımızla her daim yanında olmaya devam edeceğiz kıymetli hocamızın.

63. sayısını Edebiyat ve Yaşlılık dosyasına ayırmış Karabatak dergisi.

A. Ali Ural’ın Giriş Yazısından

“Yaşlılıkla işe yaramazlığı birbiriyle özdeşleştirmek kadar büyük bir aymazlık yoktur. Bu bakış aynı zamanda insanın kendi geleceğini inkârı anlamına gelmektedir. Yaşlılığı iflas olarak gören bir neslin bugünkü kazancının da bir değeri olamaz. Hayatı bir bütün olarak ele almadıkça ona anlam vermek zorlaşacak, belki de insan daha gençlik yıllarında iflasını ilan edecektir varoluşunun.

Karabatak bir ilki gerçekleştirerek insanın dünyaya gelmesiyle başlayan yaş almak sınavını bir edebiyat dosyası yapıyor. Edebiyat gözüyle yaşlılığa bakmanın geleceğimizi tazeleyeceğini düşünerek yapıyor bunu. Zira Türkiye’de yaşlı sayısı hızla artıyor. Yakında on milyon yaşlımız olacak. Edebiyat insanı, hayatını ve evrenle ilişkisini konu edindiğine göre yaş almak gerçekliğini elbette mesele edinmeliydi.

Yalnız yaşlılara değil, her yaş grubundan bireye aldığı yaşın değerini edebiyatla göstermenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Yaş almanın “İyi ki doğdun,” klişesi dışında yeni bir anlamla kavranması gerekiyor. Zira “Yaşama sevinci” ifadesinin içini yalnız eğlence ikonlarıyla dolduramayız. Bir başka pencereye ihtiyacımız var ruhun gizli bahçesine ulaşabilmek için. Bir başka anlam vermeye doğum günlerimize.”

Edebiyat ve Yaşlılık Dosyasından

Prof. Dr. Ahmet Nedim Serinsu - Yaş-almak: Yaş-almayı Öğrenmeli İnsan!

Anadolu mayasında yaş-almak sürecinin bir bütün hâlinde mütalaa edildiğini görmekteyiz. Bu sebeple temel mesele, insan’ın, her yeni sene ile yaş-alarak yaşamını sürdüren ve nihayet kocayan bir varlık olduğu üst-farkındalığını nasıl öğreneceği ve içselleştirebileceğindedir. Çünkü “Her şeyden önce insan, dünyanın bütünü açısından bakıldığında, bir dünya gerçekliği olgusudur. Onun özel nitelikte bir varlık olduğu kavrayışı, ancak insanlık tarihi süreci içinde, kendini diğer canlılardan ayırmasıyla ve sınırlamasıyla şekil alır.”  Bu sebeple önemli olan, değerli olan insanın onurunu yaş-almaklığının her safhasında korumaktır. Anadolu mayasının esasını teşkil eden “Eski Ahid, Yeni Ahid ve Kur’an-ı Kerim’den oluşan vahiy sürecini incelediğimizde açıkça görürüz ki vahyin asıl konusu, insandır.” Amaç, üstün insanı (HomoQur’anicus/Kur’an’ın insanı) oluşturmaktır. İnsan, içinde bulunan Tanrısal soluktan dolayı, hayatın manevi işleyişi içerisinde sonsuz gizil güçlere sahip bulunmaktadır. Ona düşen, toplumun ürünü olmadan kendini gerçekleştirmek/ben’ini keşfetmek için huzur ile üstün insanı oluşturmayı eylemleriyle kanıtlayarak maneviyatının serinliğinde yaş-almaktı.

Erol Göka - Genç Kalmanın Yüceltilme Çağında Yaşlılık

“Ortalama yaşama süresinin ve yaşama beklentisinin artması, ailenin yaş kompozisyonunda da pek doğal olarak önemli değişimlere neden olmuş. Çocuklar, geleneksel dünyada olduğunun aksine artık ailenin küçük bir bölümü; aile içinde çocukların değil, yaşlıların sayısı artıyor. Birçok eleştirmen, modern zamanlarda kuşaklar arası etkileşim imkânlarının kaybolduğundan bahsediyor ama bu eleştirinin de gerçeklerle bağdaşmadığı bazı manzaralar söz konusu. Mesela şöyle ifadeler kullananlar da var: Yaşlandıkça, doğal olarak akrabaların sayısının da artacağı elbette gün gibi açık… Çocuklar, ailede ve toplumda birçok yaşlıyla karşılaşabiliyor; kuşakların birbirlerini tanıma ve etkileşimde bulunma fırsatları, öncekiyle kıyaslanmayacak ölçülerde arttı. Doğum oranındaki düşüş, bebek ölüm oranlarındaki azalma ile birleştiğinde, bugünün dünyasında daha köklü kuşaklar arası ilişki ve daha dayanıklı sosyal destek imkânları ortaya çıktı.”

“Evet, artık çok bilinen bir gerçeği biz de tekrar edelim. Edelim ki zihinlerimize çivi gibi çakılsın. Yaşlı nüfus, başta yaşam beklentisi yüksek olan gelişmiş ülkeler olmak üzere tüm dünyada giderek artıyor. Önümüzdeki yıllarda yaşlıların hem sayısının hem nüfustaki payının hızla yükselmeye devam edeceği, yaşlıların günümüzü kat kat aşan oranlarda artacağı uzmanlar tarafından vurgulanıyor. Tüm bunlar nedeniyle dünyamızdaki yaşlılık ve sorunlarla ilgili konuşurken daha temkinli olmak, somut verilere dayanmak, eleştiriyi aile içindeki ve kuşaklar arasındaki etkileşimlerin ve insan ilişkilerinin niteliğine doğru çevirmek gerekiyor. Öyle yaptığımızda hem sözlerimizin hem de ülkemiz için çözüm önerilerimizin ayakları yere daha sağlam basabilir.”

Hümeyra Yabar - Yaşlılığın Işıldayan Dorukları

“Yaşlılığa rağmen her zaman genç olduğunu hisseden insanlar olduğu gibi vaktini beklemeyip erkenden yaşlılığını ilan edenlere de rastlarız. Baudelaire, gençliğinde, “Bin yaşındaymışım gibi çok anım var,” diyerek bellek ipini avucunda toplar ve yaşlılığı kendine yaklaştırır. Avucunda kalan Kötülük Çiçekleri’nin tozlarıdır. Belki de bir şair için yaşam hepi topu bu kadardır. Flaubert’in daha çocukluğunda kendini “ihtiyar” ilan etmesinin nedeniyse farklıdır. Erken yaşlarda yüzünü kendine döner ve gerçekliği aramaya koyulur: “Tepesine bir meşale yerleştirmek için bir nevi çıplak sütun hâline getirmek istiyorum yaşamımı.” Yazar altmışına yaklaşırken geçmişin baldırlarına daha çok asıldığını hisseder. Geçmiş Flaubert için seyredilecek hoş bir sahne değil, kafasından çıkmayan hüzünlü bir fikirdir.”

“Yaşlı insan, durumunu içine atan ve buna karşı tepki gösteren insandır. “Bütün kötülüklerin en büyüğü hangisidir, bilir misiniz? Elli beş yaşını aşmak!” diyen Turgenyev’le aynı fikirdedir Hemingway. Ona göre “emeklilik” dilin en iğrenç sözcüğüdür. Yaşlılık ve ölüm hakkında uzun uzun düşünmüştür yazar. Emekliliği kendimiz de istesek, kader bizi buna zorlasa da bizi biz yapan şeylerden elini eteğini çekmeyi, mezar çukuruna inmek olarak görmektedir. Yazar hastalıklara, kazalara ve yıkımlara rağmen yazmaya devam eder. İnsan işini serbestçe seçmiş ve bunu kendisini tamamlayan bir parça olarak kabul etmişse artık bu işten vazgeçmeyi bir çeşit ölüm olarak değerlendirir. Nitekim hastalıkları yüzünden artık yazamayacak hâle geldiğinde, altmış iki yaşında bir av tüfeğiyle hayatına son verir.”

Ali Akif Sivrikaya - Yaşlı Yetişkinler ve Sosyal Hizmet

“Yaşlılığın toplumsal ve sistemsel bir sorun olarak görülmesinin sebebi, modernleşme ve sanayileşmenin ürünü olan toplumsal değişmedir. Geleneksel Türk aile yapısında yaşlı yetişkinlere ayrılan yer, kendini korumuştur. Ailedeki yaşlı yetişkinler, bilgi ve tecrübeleriyle gelecek nesillere yol gösterirken yanlış seçimlerinde de en az zararı almaları adına ailede destekleyici rol oynamaktadırlar. Yaşlanma ile bireyin biyolojik, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden geri çekilmesiyle sadece desteklenmesi gereken, tabiri caizse yük olarak görülen bireyin destekleyici rolü göz ardı edilmektedir. Ama geleneksel aile, yaşlı yetişkinin konumunu korumaktadır. Yaşlanan nüfus ve artan yaşlı nüfusu, geleneksel yaşlı desteği, aile büyüklüğü ve sosyal değişimler başta olmak üzere birçok konunun yaşlı merkezli olarak yenilenmesini zorunlu kılmaya başlamıştır.”

“İnsanlık için yaşlılık dönemine ulaşmanın istisna sayılabileceği dönemlerden sosyal refah devleti modelinin benimsenmesiyle birlikte yaşlılık döneminin de refah seviyesine ulaştığı dönemlerdeyiz. Sosyal hizmetten yararlanma olasılığı en yüksek olan yaşlılar, aynı zamanda çeşitli ihtiyaçlara sahip olma olasılığı ile en yüksek hassas grup içerisinde yer alır. Sosyal hizmet uzmanının da yaşlı yetişkinlere ve ailesine karşı görevi; bağımsızlığı, özgürlüğü ve saygınlığı teşvik etmektir.”

Hande Aydın – Yaşlılık ve Eşya

“Annemin eşyaları gün geçtikçe azaldı. Evi vardı ilk başta. Bir ev dolusu da eşyası. Yaşlanıp kendini idare edemeyince evini kapatarak eşyalarını ihtiyaç sahiplerine verdik. Her çocuğunda biraz biraz kalıyordu artık. Bu kısa seyahatlerinde önce minik bir valizi vardı. Bir de el çantası. Çantasında dua kitapları, gözlüğü, büyüteci, tespihleri… Gözleri iyice görmez olunca kitaplarına ve gözlüğüne ihtiyacı kalmayıverdi. Tespihlerin sayısı teke indi. Üç beş parça çamaşır, birkaç elbise. Sonunda bir tek kendisi kaldı. Yüklerini attıkça havaya yükselen bir balon gibi hayattan uzaklaşışını, yaşamaya devam ederken eşyalarından vazgeçip tıpkı geldiği gibi gitmeye hazırlanışını hayretle izledik. İnsan, eşyasız yaşayabilir miydi?”

“Antika dükkânlarında bekleşen eşya yığınlarından da bambaşka sesler gelir kulağımıza. Bu birbiriyle ilgisi olmayan küçüklü büyüklü eşyanın görüntüleriyle, kokularıyla geçmiş zamanlardan kopup gelmiş şaşkın, ürkmüş ve çaresiz bir hâlleri vardır. Sık sık dalıverdikleri derin uykularında geçmişin rüyasını gören bu kıymetli eşyalar, uzun zaman önce dünyayı terk etmiş sahiplerinin ardından derin iç çekişleriyle öylece dururlarken birbirlerine geçmişteki şaşaalı günlerinden bahsederek teselli bulurlar. Yanlarında sessiz ve edepli olmalı, asla ukalalık yapmamalı zira bir el aynasının, bir şamdanın, kapağının içi işlemeli bir köstekli saatin, pirinci hafif kararmış bir zarf açacağının veya kollu bir dikiş makinesinin anlattıklarını ancak yaşlarına ve hatıralarına hürmet edersek duyabiliriz.”

İhsan Kabil ile Sinema Üzerine

Karabatak’ta bu ayın söyleşisi İhsan Kabil ile yapılmış. Konu geçmişten günümüze sinema.  Çocukluktan başlayan bir film ve sinema ortamında kendisini bulan Kabil’in Türk ve dünya sinemasına dair fikirlerine ulaşıyoruz Rahşan Tekşen’in soruları eşliğinde.

Temaşa, benim nezdimde seyretmek ama içinde tefekkürî bir boyutu da ihtiva ederek, düşünerek seyretmek manasına gelen bir süreç. Dünyada husule gelen hiçbir şey boşu boşuna değildir, mutlaka bir sebeb-i hikmeti vardır. Seyretme eylemindeyken onun mahiyetini de düşünmek, neden ve nasıl gerçekleştiğini kavramaya çalışmak, bir yandan da hayattaki varoluş sebebimizi çözmeye çalışmak anlamında hayret makamında kalmaya bizi getiriyor ki bu ancak görsel olarak hayal etme, tasavvur etmeyle çok yakın bağlantılı bir süreç. Genel anlamda temaşa sanatları dediğimizde, geleneksel olarak gölge oyunu ve orta oyununu anlamaktayız. Bir başka deyişle, seyirlik sanatları olarak sinemaya en yakın sanat, bir perdeye yansıtılması hasebiyle gölge oyunu yani Karagöz olarak addedilebilir. İçindeki oyunculuk ve temsil niteliğiyle de orta oyununu yani Meddah’ı akla getirebiliriz. Tabii bu çizdiğimiz çerçeve teknik özellikler olarak karşımıza çıkmaktadır, ayrıca estetik ve ahlaki boyutunu da düşündüğümüzde her iki sahne sanatının her yaş grubundan seyirciye hayattan tasvir ve temsiller sergilemek suretiyle, eğlendirirken düşünmeye sevk eden bir kıssaya dönüşmesi, buradan bir hisse çıkarılmasına tevarüs edilmesi, giderek bir darb-ı mesel ortaya konulması, bu modernite öncesi ve sonrası iki sanat dalını birbiriyle ardışık bir izleğe sokmaktadır.”

“Diziler ve Türk sinemasının iç işleyişine baktığımızda, genel itibariyle bir kimlik sorunu içinde savrulduğumuzu ifade edebiliriz. Kendi geleneksel olarak gelişen yaşama kültürümüzün dokusuyla pek uyuşmayan, modernleşmeyle birlikte meydana gelen kültürel kırılmanın yaralı temsillerini taşıyan bir dramaturjiyle seyirci topluluğunun karşısına çıkılmaktadır.”

“Müzik, ses gibi sinemanın entegre bir parçası görünümündedir, bazen ezgi ve tınılarıyla ayrı bir karakter gibi görsel sürekliliği besleyen bir unsura dönüşür. Bazen de sinema dilinin özgün niteliğinden dolayı imge o kadar güçlü bir şekilde belirir ki bir plan kendi içinde bir müzikalite doğurur.”

İnkılâplar Bizi Nereye Götürür?

İnkılâplarla yol alan, hatta çıktığı yolda çıkmazlara giren bir millet olarak yaşamaya devam ediyoruz. Yüz yıla yaklaşan bir süre içinde her inkılâbın bizden kopardıklarını düşününce yürüdüğümüz yolun rotasını şaşırmış olma ihtimali de hiç uzak görünmüyor.

D. Mehmet Doğan, 90. yılında din, tarih, dil, mûsıki inkılâplarının sonuçları üzerine yazmış. Yaşanan değişimlerin toplum yaşantına yansıyan yüzü üzerinde duruyor Doğan ve yapılmak isteyen asıl hedefi işaret ediyor.

“Türk inkılâbında din kötülüklerin anasıdır, Müslüman olduğumuz için geri kalmışızdır. Esasen ondan tamamen kurtulmak lâzımdır; fakat milletin kimliğinin aslî yapıcısıdır, görünür görünmez kurumları, yapıları, toplumu derinden etkileyen uygulamaları vardır.”

“Dil devriminden sonra başka bir dille konuşmaya zorlandık fakat eskilerin çok gerisinde kaldık çünkü köklerimizin üstünde yükselemedik. Ne zaman Galip Dede’nin, Fuzulî’nin huzuruna varsak, onların sözlerindeki derinlik ve incelik bizi hayrete düşürmüyor mu?”   

“Netice olarak dilin asli sahibi millete karşı ve işi dille olan edebiyata, düşünceye emek verenlere karşı, “Siz kim oluyorsunuz, ben yaptım oldu!” denilmiş oluyor. Kim yaptı? Millî Eğitim bürokratlarından biri. Bu zatın biraz Fransızca bildiğinden şüphe yok. Bu bilgisini Fransızca bir kelimeyi tahrif edip Türkçe (!) bir kelime icad ederek ortaya koymuş. Bunun örnekleri çok: Ekol’den okul, bulleten’den belleten, volüm’den oylum, honeur’dan onur… gibi!”

Şiirin Gölgesi Işığı Aydınlatır

Sadece başlığı bile şiirin sınırsız gücünü anlatmaya yetiyor Ali Ömer Akbulut’un yazısının. Hakikati incitmeden, varlıklar aleminde sözün gücünün idrakine varabilmek için şiirin gücü önemli bir noktada durmakta. Bir yola çıkmaktır şiir; koşulsuz, yorgun ve bir o kadar da hakiki. Akbulut, her zamanki durduğu noktadan bakıyor şiire. Alem bir döngüde ve ancak hakiki olanlar varlığın kudretine erebilir.

“Elindeki her şeyi kaybeden ya da elinde bir şey olamayan, elinden bir şey gelmeyen insan yine de varoluş yolculuğunu kesintisiz sürdürür. İnsan kaçınılmaz olarak bir yolda olma durumu içerisindedir. Gurbete sürekli bir yollanmayla, unutulmuş sılanın yangısıyla kavrulur. Atılan adım bir iz üzerinden yürüdüğü için hiçbir zaman ilk adım olmayacaktır. Kimdir şu hâlde adım atan? Adım nereden, kimden gelir? Her adımda yeni bir istek, kabul, yönlenme ya da karar olacağından kesintili bir yürüyüştür bu.”

“Varlık apaçıklığının ışıltısı göz alıcıdır. Açıklığın şiddet-i zuhuruyla, ola gelişinin sarsılmaz akışıyla kendini örter. Varlık güzelliğinin göz alıcı ışıltısı onu kendi olarak, hakikiliğinde kendi hakikatiyle görmeye izin vermez. Büyük bir hazla kendisini sırladığı yer [ise] gölgesidir. Yol ve yolcular [da] hep varsa, insanın kendince varlık buluşması hep önceden gerçekleşmiş ve yolda hâlâ gerçekleşmekte olan ve hep gelecek bir buluşma değil midir? Yani hiçbir zaman mevcudiyetinde, şimdisinde hazır olamadığımız bu buluşmalar, varlığın türlü oluşlarla ışımasını bir gölge gibi takip eden ve varlık dilini sökmeye çalışan şiirle mümkün olabilir.”

Karabatak’tan Öyküler

Selman Nuriler - Asansörde Bir Maske

“Serap’ı uyandırmamak için sessizce giyinip parmaklarımın ucunda çıkıyorum evden. Onu bütün gün depresyonuyla baş başa bırakacağım için bir şey hissetmiyorum. İşe gitmem gerek. Bana da bulaştırdığı ruh hâlini üzerimden atmayı umuyorum bir yandan. Girdiği bunalım benim de ruhumu emiyor. Kapıyı çeker çekmez bir ferahlık geldi bile. Tahsin Abi çöpleri toplamaya başlamış. Selamlaşıyoruz.”

“Asansörden inmeden bir kez daha okuyorum: Kendimi göreceğim. Dışarı çıkınca atsam mı? Daha otobüse bineceğim, dursun yüzümde. Hem bu cümlede kafamı kurcalayan bir şey var. Hastalık filan bulaşacaksa bulaşmıştır zaten. Kırk dört yaşındaki bir adamın böyle bir söz yazılı maskeyle dolaşmasını göze alacağım. Hava soğuk. Soruşturma açıyorum bu cümleye. Kim maskesine yazar bunu? Yetişkin işi değil.”

“Maskeni düşürmeseydin seni de tanımayacaktım, İrem. Memnun oldum. Sonraki durakta iniyorum ben. Atölyede bugün takriben yüz bin maske üreteceğiz. Plastik atıklar, hurda kumaşlar çeşitli kimyasal işlemlerden geçerek maskeye dönüşecek. Paketleyip satacağız. Kullandıktan sonra bazıları çöp kutularına, bazıları rastgele atılacak; ormanlarda, denizlerde birikecek. Doğada bilmem kaç yüz yılda çözündüğünü dinleyeceğiz haberlerde. Ama hiçbirinin üzerinde “Kendimi göreceğim” yazmayacak.”

Mehmet Baynal –Üç Numara

“Yakası paçası bir tarafa gitmiş bir oduncu gömleği altında buruşuk bir kadife pantolon, ökçesi ezile ezile terliğe benzemiş ayakkabısıyla kendisinden vazgeçmiş bir hâli vardı berberin. Bir heykeltıraş özeniyle uzunca bir süre müşterinin ensesinde dönüp durdu. Biraz sonra usturayı tam adamın burnunun ucuna dayadı. Eli bir süre dudaklarının üstünde dolaştı sonra aşağıya indi. Korkum iyice arttı. Usturayı ikide bir kayışa sürdükten sonra tekrar asılıyordu gırtlağına. Tıraşı biten adam dövüşten çıkmış gibi yorgun, asık yüzüyle kalktı koltuktan. Borcunu ödedi, bahşiş bırakıp tek söz etmeden gitti.”

“Bir zil sesi, halka halka yayıldı bahçeye. Bu esnada iri kıyım bir öğretmen bağırmaya başladı: “Haydi çocuklar, sıra olun bakayım!” Bizi üçerli sıra hâlinde art arda dizmeye başladı. Şaşkınlığımı üzerimden atıp hareketlendim hemen. Ama nerede kimin yanında, arkasında duracağımı bilmiyorum. Derken sıcak bir el, buz kesilen enseme hafif bir tokat indirdi sonra da kuvvetle sıktı kolumdan: “Yavrum hizayı bozma! Eller omuzda. Çabuk çabuk!”

Bahtiyar Gül - Fötr Şapkalı Mezar

“Temizlenecek dört mezar daha var. Ben taze ölüden başlamışım. Dedem, babaannem, dedemin kardeşi ve onun eşi büyük yengem. Yan tarafa doğru da küçükken veya doğum esnasında ölmüş çocukların mezarları var. Hepsi bizim sülaleden, yan yana gömülmüşler. Amcamın mezarı taşlarla çevrilmiş, üstündeki toprak tümsek yavaş yavaş çökmeye başlamış. Diğer kabirlerin etrafı betonla yapılmış, mermer başlıkları konulmuş. Bugünkü vazifem, bunları temizlemek, sulamak.”

“Otların, dikenlerin temizliği bitince geriye toprağı sulamak kalıyor. Dereye git gel yapmak istemiyorum. Şişeleri arabaya yükleyip mahalledeki çeşmeye iniyorum. Suları doldurduktan sonra sigara için Hamdi dayının bakkalına uğruyorum. En eski eşyaların, tarihi geçmiş malzemelerin bulunduğu raflarda dolaşırken kenarda üst üste yığılmış fötr şapkalar gözüme çarpıyor. Dikkatlice inceliyorum hepsini, en son algıda seçicilik herhâlde, deyip gülümseyerek dükkândan çıkıyorum.”

Karabatak’tan Şiirler

Üfle bana anneciğim Kur’an rüzgârları essin yüzümde

Her gelen derin nefes al diyor mızrağı fırlatmadan

Ne olacak derin nefes alınca derinlerde yok damar

Bir kazma da sen vur Ferhat lavanta tarlasına dönen kollara

Aşka ulaşan kana da ulaşır ben derin nefes alayım tekrar

Emar dünyanın kalbidir ince bir kürekle iterler oraya

Derin nefes al nefesini tut serbest nefes al nefesini tut

Parmak uçlarıyla okşanmayan kan başını çıkarmaz topraktan

Bu sabah serumlarımı çıkardılar söğüdün dibine gölge düştü

Salkım saçak yaşamaya alışırken bağ bozumu cana yetişti

Odalardan solmuş pijamalarıyla başlarını uzattı ihtiyarlar

Nereye dokunsam başlayacak film nereye dokunsam son yazısı

Ali Ural

Korkulukta kuzguni bir kuş sendeler

O kız yadırgar yüzünü camekanda

Annesi durup durup mevlitten döner

Ölüm havada sekip bizim bahçeye düşer

Keşke bizim de denizimiz olsaydı bu limanda

Benim adımda bir kardeşi olsa herkesin

Hayat üstüme gelse, geri çekilse üstüm

Sonra takvime bakıp bakıp konuları dağıtsak

Sen beni anlamadın, farz et ben sana küstüm

Yeni bir şiire kadar birbirimize darılsak

Hüseyin Akın

dişimde birikti küf

katıla katıla. denize

ulaşmak. için bulanık

mürekkep. toz, su, dal, taş

katıldı ve katıladı

denize ulaşmaya yakın

dalga çölü ve düşü içinde

mermer. değil yüzlerce yılın

gömüp koyulttuğu

berk bir maden hâli. değil

bir yontucunun murç ve çekiçle

oyup kırıp yontup

çıkardığı değil.

söküp kazıyıp küreyip katışıp

suyunu atıp dirileşmiş

bir acı yontusu

bu kıyıda birikmiş

çamur bir kardan adam

Şafak Çelik

Varsın seni bulsun ipini kıran her soru

varsın seni bulsun kazanın son kurşunu

değil mi ki yaşamak ölümlü bir kazadır

değil mi ki biz hep parmak üstü yaşadık

ne kadar yaşadıksa boğazımıza yükseldi su

Mustafa Köneçoğlu

nar çiçeklerinde büyük karşılama

mevsim hiç incinmesin diye

hiçbir kül tablasına yağmur suları dolmasın

yanmasın, kırılmasın, boşa gitmesin diye

zeytinsiz kahvaltılar günah değil çok yoksul

zeytin çiçekleri kokusunda kuğular ve göl

bilinmeyen adreslerde kimsesiz evler ve bahçeler

oralarda nasıl karşılamalı, nasıl konuşmalı

nasıl fark etmeli, nasıl işaretlemeli seni

barıştan yoksun, kelepir, tenha

kapıları kapatsan eşikler yaralı

ateş almaya gitsen kamaşır gözbebeklerin

dönüp baksalar isteksizce tüter sana

dönüp bakamam

kırmızı ve beyaz hara

Adem Yazıcı

Anlat, mahrumiyet bahçesinin şakayıklarını

Görmüyorsun, kurtarılmış Musa’yı

Su kuşları avluda

Menüçehr ve mendili

Musa, gölgende Menüçehr’i bırak

Kimse söylemiyor

Kurtarılmış bir adamı her gün görmenin

Neye delalet olduğunu

Betül Aksakal

Kırmızı bir nehir beni yaşatan, yatağımda benle uyuyan

Nehrin yatağında uyuyan ben değil.

Uzun uzun yürünüyor bir çeşme karşılıyor yol bitmemişken.

Bir eve uyanıyorsun, dar odalara iki kişilik yatakların sığmadığı

Ranzalar koymuşlar kat kat

Ben ranzada yatmam diyorsun nehrin yatağına alışıksın sen

Uykundan seni seher uyandırıyor tek bir sabah da değil.

Sabahlarca seher.

Ve kuşlar onlar hep ümitli.

Kırmızı nehre çağırıyorum sizi

Ey şelaleyi kuşatan nasipsizler

Ufuk çizgisi olmayan rüyalarınıza giriyorum

Gülran Aytaç

farkında değilim daha kaç ses tanıyacağım

birbirinden kopuk birbirini aldatan

baba, deniz var yüzünde rüzgar var tazeliği bahçenin

aralansın artık dudağın

birikmesin cebinde gün üstüne gün

seni kapı arkasına kıstıran

kalmasın geriye upuzun seyrediş

Yasemin Zengin

Beni kim mahvedebilir benden başka

Güneş vitrini çatlatarak sızıyor, derimin rengi kuşatıldı

Kanım mavileşen bir iplik, bu kan bağışlanamaz

Büyük inanışlar yanılgılar bütün bu olanlar

Her an sorgu odasında doğurabilirim bizi

Az ötede kentler bol ışık huzmesiyle sinek avlarken

Beklemek bütün düzeni bozuyor, denize uzanan şu sessizlik

Hiçbir şeye bağlı olmadan konuşabilmek seninle

Filiz Eneç

Kötülük Bir Kere Gelir, İyilik Tekrar Etmeli

Cins dergisi, 83. sayısında “kötülük” konusunu işliyor. Ne çok çağrışımı var kötülüğün. Bizden başlayan ve dünyaya yayılan bir kötülük çemberiyle kuşatılmış haldeyiz. Zincirleme bir savruluş gibi birbirini izleyen bir kötülük evreninin fanileriyiz.

Derginin giriş yazısından;

“Kötülük, belki de biz, belki de siz. Ama en çok “onlar”. İnsanın kendine yakıştıramadığı o “habislik”. Yine de insan kendine arada bir sormalı; “yoksa ben kötü müyüm?” diye. Bunun bir cevabının olmasına da gerek yok aslında, sadece sorarak kurtulabileceğimiz bir şey olabilir kötülük. O büyük tanımsızlık, kimsenin sahiplenmemesine rağmen her yeri işgal eden büyük ordu… Burası dünya… Basma kalıp tanımların ve bizi orta yerde “kendimiz olamadığımız” bir sınıra sürükleyen dünya…”

Dergiden kötülük üzerine yazılan yazılardan paylaşımlar yapacağım.

İsmail Kılıçarslan – Kötülük Bizim Neyimiz Olur?

“Bizde kötülük saf ve doğuştan gelen bir mesele değildir. İnsan fıtraten kötülük yapmaya meyyal bir yaratık değildir. İnsan fıtratı düzgündür, temizdir, saftır. O yüzden biz akıl baliğ olana kadar herhangi bir çocuğa herhangi bir sorumluluk yüklemeyiz. Sıfır noktamızda iyi ve temizizdir. Ama mesela Hristiyan dünyada, insan kötü doğar ve kötülükten arındırılması için vaftiz edilmesi gerekir, komünyon töreni yapılması gerekir, yıkanması gerekir. Böylelikle aslında yol ikiye ayrılır.”

“Bizde kötülük sönümlenerek ortadan kaldırılması gereken ve mücadele edilmesi gereken bir şey olarak görülür. İyiyi de kötüyü de yaratan Allah, ama insanı kötüye sevk eden iki şey var: birincisi kendiliği. O Allaha yönelerek, ona ibadet ederek, onun yüceliğini bilerek ortadan kalkan bir şey. İkincisi ise dışsal nedenlerin toplamı: şeytan. Bir başkasının yönlendirmesiyle kendiliğin bozulması aslında. Şeytanı böyle tanımlayalım. Dışsal bir nedenle kendiliğini bozmaya, şeytana alet olmak denilebilir.”

Samed Karataş –Kötülük Hakkında Bazı Art Niyetli Fikirler

1.  Bazı kötülükler yalnız bırakılarak, bazılarıysa yalnız bırakılmayarak düzeltilebilir.

3. Kötülüğün ikinci en büyük zararı ise, bize kötülük yapan kişi veya kişilere karsı kin duyabilme potansiyelimizdir. Kin işgalci bir duygudur ve başka bir duyguya izin vermez insanda.

5. Kötülük, yakınlaştıkça tanınmaz olur. O yüzden ona ne kadar mesafe koyarsak o kadar iyidir. Yoksa kötülük yaklaştığı öznenin kendisine bürünür hatta dost bile görünebilir. Alan savunması gerekir.

Rıdvan Tulum – Kötülük Heyeti

“Greemler, tarih sahnesine çıktıklarında, neredeyse sayıları bini geçmeyen bir toplulukken her yıl aralarındaki kötüleri “oylama” usulüyle sonraki yıl başka bir yerde bir arada yaşamak zorunda kılarlarmış. “Kötüler”in bir arada yaşadığı anları asla gözetim altında tutmazlarmış; yani ne bir muhafız ne de heyetten birileri bir yıl boyunca kötüleri görmezlermiş. Sadece, onları bir arada tuttukları köyde, 10 kişiye bir inek ve 10 kişiye bir dönüm arazi ve yine orada temel şeyleri kullanımları için temin ederlermiş. Ve bu bir arada yaşayan “kötüler”, bir yılın sonunda heyetin karşısına çıkar ve aralarından “sınavı” geçenler bir daha ömrü boyunca oraya dönmemek üzere “eski hayatlarına” geri dönerlermiş. Bir sonraki oylamada adları çıkmazsa tabii…”

Eray Sarıçam – Mümkün Kötüler Arasında

“Bugünün mekanik akılcı, bireyci ve kayıtsız insanı ya kurt olmak istiyor ya kuzu. Eskiden hem kurt hem de kuzular öyle ya da böyle kendilerine bir önder ararlardı. Öyle bir önder ki tek bir sesle ve sözle her istediğini yaptıracak... Kurt zaten saldırıyor. Kuzu da kolayca söze gelen, etkilenen yapısıyla tehlikelidir esasen. O yüzden bir ara nokta, gri bir alan, üçüncü bir yolu görmelerinin imkânı yok. Ama bugün geldiğimiz noktada ne kurt ne kuzu bir önder arıyor. Herkes önder. Parçalandıkça daha tehlikeli, keskin, hâl bilmez bir çirkinliğe evirilen insanın; yalnızlık, çıkarsızlık ve aşksızlıkla peygamberin/babasının gemisine binmeyi reddeden birini anlamasına imkân yok. “Manevi terapi”ye inanan bugünün kurt ve kuzularını bir dinleyin. Hepsi ya aforizma patlatırlar size ya atasözü. Fakat şunu biliyoruz ki atasözleri ve aforizmalar -bilhassa atasözleri- donmuş, hazırlop, insan ruhunu herhangi bir şekilde dikkate almayan genel geçer aptallıklardan öte hiçbir anlama gelmezler.”

Hacer Selçuk ile Kötülüğün Estetiği Üzerine
 

Hacer Selçuk’la Kötülüğün Estetiği kitabı merkezli bir söyleşi gerçekleştirilmiş. Ali Oturaklı’nın soruları eşliğinde kötülüğün hâlleri üzerine düşünmeye başlıyoruz. Kötülük ve estetik? Cevabı söyleşide. Bu söyleşiden sonra Kötülüğün Estetiği’ni mutlaka okumak isteyeceksiniz.

“Kötülük söz konusu olduğunda, birçok inanış ve kültürde akla gelen ilk kavram şeytan kavramı olur. Kötülüğün teolojik boyutu, sanat ve edebiyatta oldukça önemli bir konumdadır. Kötülük, uzun süre teolojik kaynaklardan hareketle insanın “dolaylı” olarak muhatap olabileceği bir olgu olarak görüldü fakat Aydınlanma’nın, özellikle dinî düşünceyi sarsması, şeytanı sanattaki temsil konumundan aldı. Kötülüğe yaklaşımda görülen değişiklikler, kötülüğün içsel ve psikolojik yönünün irdelenmeye başlamasıyla şeytan temsilinde olan kötülüğün fiziksel bir hâl alması artık kabul edilemez hâle gelir. Aydınlanma’nın boş inançları eleştirmesiyle sanattaki yerinden olan şeytan ve günah; erdemsizlik ve kural tanımazlığın -artık- kişileşmesiyle, sahip olduğu ayrıcalıklı konumu da yitirir.”

“Kötü olduğu için kötüdür ve kötülüğü, onu yapmasına inandığı için yapar. Onda iyiye dair herhangi bir yan bulmayız. Anlayamadığımız ve merak ettiğimiz, sebepler aradığımız bir kötü olma hali vardır. Edebiyat bu anlamda “insanın kötüye yönelik zihinsel ve ruhsal yatkınlığı”ndan beslenir diyebiliriz. Katartik bir ihtiyaçla edebiyatın imkânlarından yararlanan okur için estetik kötü, biraz da uçlarda dolaşan, sınırları zorlayan saf kötülerdir diye düşünüyorum.”

“Kötülüğün Türk romanında belirli bir çerçeve etrafında oluşması sadece yazarla değil eser karşısındaki okurla da alakalı bir durumdur. Toplum olarak bu yaratıcılığa sahip olmayışımızın, bir eksiklikten ziyade bir yapı meselesi olduğunu kabul etmek gerek. Neler yapabileceğinin farkında olmasına rağmen -1950 öncesi Türk edebiyatından bahsediyorum- yazar, toplum faydasını kendi tercihinin önüne koyabilirdi. Bu yüzden kötünün estetik, derinlikli ve yaratıcı bir unsur olarak yeterli düzeyde işlenmeyişinin Türk edebiyatının eksik yönü olduğunu söylemek ne kadar doğrudur tartışılır.”

Mozart Benim Dayım Olur

Mustafa Çiftci’nin adının olduğu böyle bir hikâye varsa biliriz ki her şey çıkabilir karşımıza. Sonuç ne olursa olsun Anadolu gibi tertemiz bir yürek bekliyor bizi.. Temiz, saf ve bir o kadar da bizden.

“Hacı Gülü Meclis koridorunda usul ağır yürüyerek sonunda bir odaya girdi. Odaya girerken peşinden gelen ve sürekli telefonla uğraşan danışmana, “...bana bir bardak su versen atan deden hayrı için...” dedi. Sonra olduğu yere çöktü. Elini kulağına atıp “Kalktı göç eyledi avşar elleri...” diye bağırmaya başladı. Koridor karıştı. Vekiller, danışmanlar koridora yığıldı. Güç bela susturdular.”

“Muzip vekiller. Epeyce konuşturdular. Çay ısmarladılar. Meclis yemekhanesinde karnını doyurdular. O sırada bir vekil telefonundan bir fotoğraf gösterdi. “Bunların hangisi senin dayın?” dedi. Hacı Gülü Mozart’ı seçemedi. Sonra hikayesini anlattı.

-Esasen dayımın anamda foturafı vardı. Anam çamaşır yıkarken foturafı da yıkamış. Çamaşır suyunu yiyen dayım tanınmaz oldu. O sebepten bilemem dayımın siması nasıldır. Ama sizden ricam dayımın mezarına ben ölmeden bir varayım. Mezar taşına yüzümü süreyim. Yeğenin Hacı Gülü senden aldığı derdi çalıp söylüyor. Nerelerdesin kölesi olduğum dayım diyeyim.”

Cemal Şakar’ın Cins Defteri

“Bir işaret olarak âlemin neyi işaret ettiği insanın takip edeceği en emin yoldur. Zira insan âlemle birlikte varoluşunu idrak eder; ondan gayri değildir. Her şey bir takdirle ve hikmetle yaratıldığına göre insan kendi hakkındaki takdiri ve hikmeti, birlikte olduğu âlemin takdirini referans alarak idrak edebilir.”

“Edebi eserde duygu ve düşünce dille bütünleşik bir haldedir, tıpkı mimaride olduğu gibi, birbirlerinden ayrıştırılamazlar. Aksi halde biçim parçalanacağı, yapı söküleceği için ortada kelimelerden ve taşlardan oluşmuş bir moloz yığını kalır.”

“Varolanların bağlamsal bir anlamı vardır. Ancak bağlam da yaratıştaki ilahi takdirde kendi anlamına kavuşur. Varolanlar bu bağlamda açıklığa çıkarlar. Çünkü eşyanın hakikati bu bağlam tarafından kuşatılmıştır.”

Son Halifenin Resimleri

Savaş Ş. Barkçin, halifelik makamından bahis açarak konuyu son halife Abdülmecid Efendi’ye getiriyor. Yaşantısı, düşüncesi ve özellikle çizdiği resimlerle halifelik makamının sadece adını taşıyan bir kişiliğe sahip olan Abdülmecid Efendi hakkında tafsilatlı bilgi sunuyor Barkçin. Hızla köklerinden kopan, koparılan bir toplumun nasıl olup da derin anlamları bile incitecek hale geldiğini görüyoruz.

“Abdülmecid Efendi son Osmanlı halifesiydi. Vahideddin’in yurtdışına çıkmasının ardından Abdülmecid Efendi Ankara’da TBMM tarafından halife seçildi. Bu makamda sadece bir buçuk sene kalabildi. 3 Mart 1924 tarihinde halifelik kaldırılınca yurtdışına sürgün edildi. Fransa’da yaşadı. Orada öldü. İnönü, ailesinin isteğine rağmen, Abdülmecid Efendi’nin, memleketine defnedilmesi talebini görmezden geldi. Cenazesi ölümünden itibaren 10 sene boyunca Paris Camii’nde bekletildi. Sonra Medine’deki Cennetü’i-Bakî kabristanına götürülüp defnedildi.”

“Resimlerindeki şuh cariyeler, sağa-sola yayılmış notalar, Şehzade Efendi’nin kafa karışıklığının göstergesidir. Kısacası, o da bir Orhan Pamuk gibi güya bizden sahneler çizer ama Batı’nın zevkine ve önyargısına hitap edecek şekilde...”

“Hele çıplak kadın figürleriyle dolu tabloları... Aslında bu resimler bile Batılı Oryantalist ressamların eserlerinden kopyalanmıştır. Düşünün, ileride halife olacak biri ve çıplak kadın tabloları... Bu ondan bir asır evvel başlayan çürümenin kangrenleşmeye kadar varması demektir. Bir kişilik, özgünlük ve kendilik yıkımının son evresidir.”

“İki asırdan beri kendini kaybetmiş Müslümanların siyasi birliğinin yok edilmesinde hilafetin kaldırılmasının önemli bir rolü olduğu açık. Ama zihinlerimizdeki halife kavramını düzeltmek gerektiği de âşikâr. Güçten ziyade kişiliğin ve ahlâkın önde geldiğini unutmayalım. Unutur gibi olursak son halifenin resimlerine bakalım, yeter.”

Aydın Hız ile Romanları Üzerine

Aydın Hız ile romanları çerçevesinde bir söyleşi gerçekleştirdik. Soruları benden ve Ali Bal’dan, cevaplar Aydın Hız’dan bu keyifli söyleşinin tamamı Cins Ağustos 2022 sayısında.

“Ben Anadolu Müslümanlığı kavramını önemsiyorum. Bir din olarak İslamiyet elbette birdir ve ilahidir. Bölgelere veya milletlere göre çeşitlilik gösteremez. Fakat dinin insan ve toplum hayatına aktarımında, ilahi vahyin pratiğe geçirilişinde toplumsal özelliklere göre çeşitlilik gösterir. Romanlarımda Anadolu Müslümanlığını besleyen, etki eden üç önemli mutasavvıfı yazdım.”

“Benim karakterlerim tarihi gerçekliliği olan kimseler. Ancak kurmacanın imkanlarını kullanırken elbette hayali karakterlerden faydalanıyorum. Öncelikle yazmaya çalıştığım tarihi karakteri, yaşadığı dönem içinde görmeğe ve anlamaya çalışıyorum. Ancak çok sıkı bir okuma ve araştırma sonucunda elde edebileceğimiz bir sonuç bu. Burada bir ikilem var aslında. Beni en çok yoran burası. Bir taraftan o tarihi kişiliği araştırarak ulaştığımız hayatı, diğer taraftan hayal dünyamda oluşan kışkırtıcı bir kurgu var. İyi bir roman biraz da kendi kendini yazdırır yazarına. Onu da serbest bırakmalısınız. İşte bu ikili yapıda dengeyi korumaya gayret ediyorum. Hem yaşanmışlığa hem de kendi hayal gücünüze saygı duymalısınız.”

“Biyografi ve dönem romanları yazıyorum. Dolayısıyla tarih okumak, araştırmak vazgeçilmez bir şey. Çünkü zihin dünyamı oradan besliyorum. Az önce de belirttiğim gibi tarihi karakteri, yaşadığı zaman ve mekân içinde görmek gerekiyor. O döneme ve o zamana ait bulabildiğim Türkçe yazılmış telif veya tercüme ne bulursam okuyorum. Bir roman için iki yıla yakın bir okuma, notlar alma süreci yaşıyorum. İyi ve doğru bilgiden sonra hayal dünyamın kapılarını aralıyorum. Yaşanmışlığa saygı için öncelikle tarihi bilgi gerekiyor çünkü.”

Hikâye Anlatım Aracı Olarak Algoritmalar

Hikâye artık hayatın her yerinde. Edebiyatın bir parçası olmaktan çıkıp, hayatın bir parçası olarak kendini bir meta olarak kabul ettiren bir hikâyenin hızla yayılışına şahit oluyoruz. Ahmet Melih Karauğuz, hikâyenin günümüzdeki halleri hakkında yazmış. Geleneksel hikâyeden şirketlerin hikâyesine geçişi ve bu hikâyelerin temsil gücü anlatılıyor.

“Başarılı hikâye anlatımı için daha önceleri elimizde kalem, kâğıt, ilham, okumak ve elbette ciddi bir çalışma disiplini gerekliliği vardı. Günümüzdeyse artık iyi hikâyeler için biçimlendirilmiş verilere ve bu verileri anlamlandırabileceğimiz algoritmalara ihtiyacımız var. Eskiden mutlu ailelerin birbirine benzediği ve her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu olduğuna inanabiliyorduk. Ama artık algoritmalar sayesinde herkese yaşadığı durumun kendine has ve hikâyesinin biricik olduğuna inandırabileceğimizi biliyoruz.”

“Günümüzde özellikle büyük şirketlerin hikâye anlatımına, oyunlaştırmaya, deneyim tasarımına fazlaca yatırım yaptığı bir gerçek. Daha önce hikâye anlatımı sadece sanatsal bir amaç olarak öne çıkarken, şimdiyse pazarlamanın olmazsa olmazı olarak kabul ediliyor. Çünkü hem standartlaşmayı aşmak hem de şirketin hemen her görüşten insanı müşterisi haline getirip bir bağlılık sağlaması için hikâye olmazsa olmaz bir görev görüyor.”

“Şirketlerin duygusu yoktur ancak emelleri vardır. Emellerine ulaşmak içinse herkesin kendisine inanmasına ihtiyaç duyarlar. Örneğin petrol piyasalarında faaliyet gösteren bir şirket, meşruiyetini yitirmemek için hem ilerlemeyi önemseyenleri hem de çevrecileri arkasına almalıdır. Bunun içinse her kesime özel hikâyeler üretmesi bir zorunluluktur.”

Yasin Tacar ile Yasak Elmanın Cazibesi Üzerine

Yasin Tacar ile yeni kitabı Yasak Elmanın Cazibesi üzerine bir söyleşi gerçekleştirilmiş. Günahlar, yasaklar, Rahmani hikmetler, kulun durduğu hassas çizgi ve yaşamak üzerini derin soluklu bir mola tadında bir söyleşi Cins okurlarını bekliyor.

“Allah insanı iki eliyle yarattığını belirtir. İki elden kasıt celal ve cemaldir. Dolayısıyla insan da kuşatıcı varlıktır. İnsanın kemale erebilmesi için kuşatıcılığının diri olması gerekir. Dirilik de celal ve cemalin iç içe olmasıyla gerçekleşecektir. Yani insan hem cemalden hem celalden geçecektir. Biri eksik kalırsa kuşatıcılık gerçekleşmez, dolayısıyla kemal yolculuğu da tamamlanmaz. Akla günah, celale gider düşüncesi gelebilir. Böyle diyemeyiz. İmtihanlar günah değildir ancak hem cemaliyle hem celaliyle imtihan edebilir Allah.”

“Allah’ın methetmediği hiçbir şey methedilmez ancak Allah’ın methettiği şeyler methe layıktır. Peygamberler günah işlememiştir çünkü onların her ameli sünnettir, eğer Peygamberimiz bir günah işleseydi bu aynı zamanda sünnet olacaktı ve insanların o günahı işlemesi için bir “fırsat” olacaktı. Günahın getirdiği rahmet methe layıktır, günah sadece ara duraktır, ara durağı değil yolu ve yolun sonunu methetmeliyiz.”

“Nefs, kötünün kemale ermiş halidir. Ruh temizdir çünkü Allah’ın nefesidir. Kötülük insanın mertebesinden gördüğündedir. Çocuğu öldürmek Hızır için kötülük değildir, Hz. Musa için ise kötülüktür. Çünkü farklı mertebeden baktılar, konuştular. Hz. Musa Peygamber olarak bilmiyor muydu diye soracak olursak elbette biliyordu ama Peygamber olduğu için getirdiği şeriata uymak zorundaydı.”

Ay Vakti, Sayı: 199

Ay Vakti’nin 200. sayısına bir adım kaldı. Dile kolay, yirmi iki yıl. İz bırakarak yoluna devam ediyor dergi. Özenli ellerden çıktığını hissettiren bir titizlik hemen göze çarpıyor. Sezai Karakoç Özel Sayısı’nın ikinci baskıyı yapması bu titizliğin en önemli göstergesi.

Derginin giriş yazısında Rasim Özdenören’e içli bir veda var.

“Güzellik bağının gülleri solgun şimdi.
Üstad Sezai Karakoç’un göçüne alışamadan Rasim Özdenören’in ayrılık haberini aldık.
Mahzunuz…
Ömrünü “insana ve İslam’a” adayan “güzel bir adam”dı Özdenören.
“Müslümanca düşünme” hususunda da büyük gayret gösterdi, yol açtı, yol gösterdi.
İsmiyle müsemmaydı; “özü örmeden” hiçbir şeyin gerçekte inşa edilebileceğine mahal vermezdi.”

Âşık Paşa ve Zemin Bir Metin Olarak Garibnâme

Salih Uçak, Âşık Paşa ve Garibnâme hakkında kaleme aldığı bir yazı ile dergide yer alıyor. Âşık Paşa’nın hayatı, Garibnâme’nin içeriği, oluşma süreci anlatılıyor.

“Âşık Paşa, zor bir dönemde yaşamış ve yazmıştır. Kriz devri diyebileceğimiz Anadolu Selçukları’nın dağıldığı, Osmanlı’nın henüz tam olarak devletleşmediği, Moğol istilası sonrası birliğin bozulduğu, öte yandan doğrudan kendisini de ilgilendiren “Babaî İsyanı”nın etkilerinin hâlâ sürdüğü bir ortamda yaşamış olmanın sıkıntılarını derinden hissetmiştir. Dolayısıyla yaşanan bu kriz yıllarının etkisini Garibnâme’de görmek mümkündür.”

“Garibnâme’de toplumun dirliğini sağlayacak olan yegâne kurum devlettir. Devlet’in güç ve kudret sahibi olması, toplumun huzur ve refahı için gerekli bir ön koşuldur. Devlet, bunu sadece maddi güçle değil, manevi bir otoriteyle sağlamalıdır. Bu manevi otoritenin temelini din oluşturur. Âşık Paşa’ya göre din, birlikte yaşamanın çimentosudur. O, erdem toplumunu oluşturan bireylerin manevi kişiliğini, çoğu zaman devletin maddi gücünden üstün tutar. Erdem toplumunda devletin aklıyla bireyin ahlâkı at başı gitmelidir.”

Erzurumlu Kadı Mustafa Darir

Erzurumlu Kadı Mustafa Darir, İlk Türkçe mevlid yazarı. Doç. Dr. Necdet Yılmaz, ayrıntılı bir yazı kaleme almış. Hayatı, eserleri ve mevlid hakkında detaylı bilgiler var yazıda.

“Mustafa Darir’in, anadan doğma âmâ olmasına rağmen iyi bir ilim tahsilinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen yazdığı eserlerde ilmî bir endişeye sahip olmamış, kitlelere dinin öğretilerini ulaştırmayı ve Hz. Peygamber’i methetmek suretiyle sevgisini gönüllere yerleştirmeyi hedeflemiştir. Onun büyük bir tarihçi, hadisçi veya edebiyatçı olduğunu söylemek mümkün değildir. Buna rağmen o, iyi bir nasihatçi ve ahlâkçıdır.”

“Mevlid, Mustafa Darir’in müstakil bir eseri olmayıp Siyer-i Nebî’si içerisinde bulunan ve Hz. Peygamber’in doğumunu anlatan manzûmesidir. Gerek türü gerekse bu tarzın sonraki temsilcilerine etkisi açısından bağımsız bir çalışma niteliği arz etmektedir. Öyle ki; Nihad Sami Banarlı’ya göre, Siyer-i Nebî’nin kıymeti, Türkçe’de ilk mevlid manzûmesi ihtivâ etmesinden kaynaklanmaktadır.”

Ters Orantı

Hayatın bir orantısı olduğu gibi bir de ters orantısı var. Yaşamın çelişkisi de bu orantıdan kaynaklanıyor. Dengeyi sağlamakla ilgili bir durum bu. Ömer Eski, ters orantılı bir bakış açısıyla değerlendiriyor hayatı.

“Düşünce ile zihni edilgen kılmak ters orantılıdır. Aslında kıyametin küçük alametleri arasında cahilliğin olması da ahir zamanda bize içinde bulunulan durumu işaret etmektedir. Kullanışsız bir zihinden mücadele beklemek faydasızdır. Düşünce ile ters orantılı olan diğer kavramlar ise önyargı, kalıp yargı, bağnazlık, körleşme, karanlıklar içinde kalmadır. Bu sayılanlar artarsa düşünce azalır. Örneğin bağnazlık veya kalıp yargı artarsa düşünce azalır.”

“Tevazu ve kibir ters orantılıdır. Olgular, kavramlar, tercihler; her zaman matematiksel bir kesinlikle çalışmasa da -bu matematiksel yapı- olguların hareketliliğini düşünmemize yardımcı olur. Bu bakımdan yukarıda farklı alanlardan verilen örneklerde iki çokluktan birinin sürekli azalması birinin ise sürekli artması söz konusu değildir. Verilen örnekler farkındalığı, bilinçli olma halini, bir duruşu ortaya çıkarmaya yöneliktir. Yoksa şu cümlede olduğu gibi: “Kandaki haram miktarı ile basiret ters orantılıdır.” oranlanabilir, ölçülebilir bir veriden söz edilemez. Karşımızda duran olguların, kavramların veya verilen niteliğine göre ters orantı uzaklaşmadır, ayrışmadır, çözülmedir.”

Ay Vakti’nden Hikâyeler

Nurşah Karaca – Deli Şansı

“Sabah uyandığımda ahırda bir ceset buldum. Atımız Şahbaz’ın hemen yanında, sırtı saman çuvallarına yapışıvermiş, kafası yana düşmüş, ağzı açık kalmış; ellerini böğründe toplamış, otuz-otuz beş yaşlarında bir erkek cesediydi. Siması buraların insanına pek benzemiyordu. Hele üstüne başına bakınca ne olduğunu, kim olduğunu kestirmek hayli güçtü. Üstünde asker paltosu, bacaklarında garip bir şalvar, ayağında uzun botlar, başında düşmek üzere olan kalpağı vardı.”

“Şimdi polise haber versek bir sürü sorgu-sual… Hem ne malum adamı ‘siz öldürmüşsünüz’ diyerek bizi hapse tıkmayacakları. Bulgar köyünde Türk olmak başlı başına bir suçtu zaten. Bulgarlarla aramızda geçen en küçük meselede bile polis, Türkleri dinleme zahmetine bile katlanmaz; bir şikâyet yedik mi bizi apar topar nezarete götürürdü hemen. O yüzden cesedi polise haber vermek fikrini daha seçeneklerden birine dahil etmeden eledik. “

“Peki ya gömsek?”

“Bunca ödülü, parayı ondan da öte bir kahraman olmayı kıl payı kaçırmış olmanın ezikliği ile kuyruğumuzu sıkıştırıp söylene söylene evlerimize geri dönüyoruz. Hıncımı oğullarım Süleyman ve Ali’den çıkarmazsam kahrımdan öleceğim.”

 “Oğlum dedim size, insanlık vazifemizi yapalım, polise haber verelim diye. Ulan ne korkak tilkiler çıktınız. Şimdi hem kahraman olup hem de ayda on bin leva maaşa yatmak vardı lan.”

Ubeydullah Beşir Köroğlu – Hazır Konuk

“Yoruldum diyebilmek içindi tüm çabası. Gözlerine umarak bakan o ve çocuk. Eşdeğerdi. Büyüdükçe değişmedi. Bakışlar, nasılsa her şey aynıydı hep. Zamanın içinde insan dokundu. Çekyata uzandı.”

“Her şey kayboldu. Sırt üstü uzandığı yerde biraz kıpırdandı. Çekyat pek de rahatsızdı. Gözlerini tepedeki loş ışığa dikti. Farklı anlam arayışları. Yaşamaktan aciz bir berduş. Gece vakti sokağın köşesinde aniden karşınıza çıkan, bakımsız uzun saçları, onu benimseyen kirli ve yırtık elbiseleri, tırnaklarının diplerine kazılı harfler ile gözü korkutan bir adam gibiydi lamba. Kim bilir bu adam neden buradaydı?”

“Mevlitti, okundu. Babanın gözleri ayrılmıyordu. Bir ara titreyen elleriyle izleri sildi. Gördüm. Taşmış, yaşlar ona göre değildi. Halbuki babalar… Sen bilmezsin. Bakma ben de bilmezdim o güne kadar. Anne kapı kenarıyla. Anneler hep uzaktan. Annenin duası. Kırk kilit vurun kapılara, kırkı da çelikten kapılara. Annenin duası erişir kırk kapının da kırkının ardına.”

Emrah Bilge Merdivan – Hikmetinden Sual Olunmaz

“Bizim köy yüksek bir dağın dibinde, gölgesi güneşinden çok bir yerdir. Gölgeden ötürü soğuktur bizim köy. Bahar en son bize gelir, erikler en son bizim köyde çiçeklenir. Soğuk yerin adamı çetin olur derler. Adamı değil de cevizi çetindir bizim oranın. Kolay kıramazsın. Pazarda para da etmez. “Kayadibi’nin mi bu?” derler, bir daha yüzüne bakmazlar. Yalnız son vakitte moda oldu, artık ziraat cevizi dikiyor ahali. Bağı, bostanı söktüler her yeri ziraat cevizi doldurdular. Anam hiç haz etmiyor bu cevizlerden.”

“Mustafa sabah erkenden hazırlanmış. Ardiyede bel bulmuş bir tane. Bir de komşuda kuyu açmaya burgu vardı onu istemiş. Bağların dibindeki kazma küreği de getirip temizlemiş. Çizmeleri bile bulup çıkarmış çuvalların arasından. Evin alt yanında küçük bir dere var, onun üst yakasından başlayalım dedi. Bir iki üç derken iki saate tam sekiz kuyu tamam oldu. Yalnız hamlamışız, ertesi gün kaldırabilene aşk olsun. Ben çocuklar ne yapıyorlardır diye düşünürken Mustafa’nın “Dokuzuncuya bismillah” demesiyle birden görüntü kayboldu. Vurduğu yerden suratıma doğru öyle bir su fışkırdı ki yer gök çamur... “Su bulduk” diye bağırdı saftirik.”

“Mustafa sonunda bahsettiği köyü bulmuştu. Ama artık aradığı yol köyün yolu değildi sanırım. Dönünce yine kahvede bildik cam kenarına oturup içeridekilere gülümsedi. Kaybolmamız yedi köyün diline pelesenk olmuştu. Oyun oynayanlardan biri alaycı bir tavırla tahta sandalyede kaykılıp başını geriye uzatarak. “Kaybolmuşsunuz Mustafa” dedi. Biraz daha gülümsedi Mustafa “Demek ki kaybolmak gerekiyormuş. Hikmetinden sual olunmaz” dedi.”

Ay Vakti’nden Şiirler

al atların yelelerinde saçların ve kınalı ellerin kokusu
şu gülüşün hiç açılmamış bohçası şu aynadaki yüzün
şu dudaklarındaki suskunluk çöllerinden nasıl geçilir

yağmur da kar da yeryüzünde yağacağı yeri bilir
irkilir güneşi görünce ufuklar her sabah benzi atar
bildim aşk ülkesine muhammed’in kösüyle girilir

Selami Şimşek

kuşların ötüşüp durduğu bir sırdı
kelimeleri fesleğenlerin
elin değdikçe rahiyası yayılırdı
yankısız kalmış duvarlara

herkesin bir gecesinin olduğu
bilinirdi elbet
uykuya tutmak gibi
bir sıradanlığı olmasa avluların

Ferhat Öksüz

Büklüm büklüm değilse iki naz iki söz
Avazı göklerde neden arar isyan
Bahtını insan tüketir bazen kaderin
Ehven-i şeri olmaz yalnızlıkların
Gül bırakır kül yerine dönence

Deve kuşu gibi saklanmalar nedir
Tunçtan bir heykel yapmak neyine
Kırkını okumak neyine alacaların
Aç perdeyi gözler kamaşsın artık
Gün dönümü, gün dönümü dönence;

Şeref Akbaba

Bir Dergi Niye Çıkar?

Yüzlerce dergi çıkıyor. Kapananlar, ilk sayı heyecanını yaşayanlar, her yeni sayı ile kendini yenileyenler, kendini tekrarlayanlar… Uzayıp gider bu liste. Durup, arada bir “Bir dergi niye çıkar?” diye sormak gerek. Sorunun cevabı yoksa çok da fazla zorlamamak gerek. Soruya cevap bulup da kendine çeki düzen vererek yola devam etmek bir derginin yapması gereken en olumlu tavırdır.

Mürsel Sönmez’in Bir Nokta dergisinin 147. sayıdaki giriş yazısı tam da bu sorunun cevabını veriyor. Kulak vermekte fayda var.

“Genelde sanatın, özelde ise edebiyatın “hakikati kurcalayan çilingir” özelliği, eriyip yok olan değerler dünyasında henüz hayatiyetini sürdürüyor. Tüm varlıkların ve hepsinin kendisine yöneldiği merkez olan insanın -insan bunun farkında olsun ya da olmasın- nabzındaki asl’a, öze, köke, varlığın kaynağına duyulan özlem feryâdını seslendiriyor. “Bilerek veya bilmeyerek O’ndan O’nu isteyen” ve tutkulu yönelişlerle O’na susayan insan yangınına su taşıyor edebiyat ve sanat. Birnokta da insanı alçaltan, kimliksizleştiren ve çürüten bu çağ Nemrud’unun ateşine -kendince- su taşıyor: “Korkar mı âteş-i Nemrud’dan İbrahim olan” diyor ama biliyor ki işin aslı şurda: Âyân etmek için âsâr-ı aşkı Halil’e ateşi gülzâr edersin.” Sonuç olarak, yapılıp edilen, tüm varlık ve oluşu kuşatan aşkı âyân etme çabası. Dahası ilân-ı aşk. Zamanın bir on muharreminde Hz. Hüseyin’in “Canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet bildiği” tarihin en büyük aşk hikâyesinin izine düşüş ve insanlığa çıkış. Bir dergi daha başka ne için çıkar ki?”

İrfanda Sefaletin İhtişamı

Sorgusuz sualsiz yaşıyoruz. Hesap vermeyi bir zül olarak görenlerin hesapsızlığı da cabası. Dünyanın tüm kalabalığında kocaman bir “ben” var dev aynasının karşısında. Büyüdükçe büyüyor. Kendini boğan bir hakikat gibi. Hasanali Yıldırım, insanî yanımızın dökülen yüzüne göndermeler yapıyor. Eleştiri yok, sorguya tahammül yok, araştırma hak getire… Sonuç; kocaman bir yalnızlık.

“Hepimiz muhteşemiz. Muhteşemiz çünkü kendi benliklerimizin derinliklerinde nasıl bir ruh sefaleti ve zihin zavallılığı içinde yüzdüğümüzü görmezden gelebilmenin menhus sırrına vukufiyetin sefil gururu içerisinde yaşayabilmekteyiz. Yüz sene evvel fethe çıkar bir edayla at koşturduğumuz bütün zihni faaliyet sahalarında bugün nal toplayacak takatimizin kalmadığını bize hatırlatacak her türlü işaretten, imadan, ihtardan ve ikazdan şeytandan kaçar gibi kaçıyoruz. İçine garkolduğumuz hamakatin burudetinden ısınmanın bir yolunu bulmuşuz her nasılsa.”

Aslında herkes etrafındakinin ne mal olduğunu bilmekte ve yüzüne tam tersini söylemekte ama kendini de yücelerin yücesi bir makama oturtmayı ihmâl etmemekte. Her birimiz, hangimize bakarsak bakalım, ondaki çürümüşlüğü görmekte ama hiç utanmadan, sıkılmadan ve sakımadan ona methiyeler düzmekten geri durmamakta. Gelgelelim bozulmanın ve çürümenin bizim dışımızdakiler için cariliğine de yürekten inanmaktayız. Sadece çürüme mi, bütün insan zaafları gayrımız için. Her ben muhteşem!”

“Yalnızlık böylesine ulvi bir makam ve böylesine bir ihtiyaç. Hele sanatkâr için. Öte yandan hangi insan hakiki zatı yerine başkaları için uydurduğu, güya onları kandırdığı içindeki palavra zatlarla karşılaşmak ister ki. O yüzden yalnızlıktan kaçıp başkalarıyla biraradaykenki derin yalnızlığın kucağında teskin şansı arıyoruz.”

Sevgili Huzursuzluğum

Ercan Ata, Bülent Ata’nın Sevgili Huzursuzluğum kitabı üzerine yazmış. Parlak’tan, İzdiham’dan, şiirden, okumaktan, yazmaktan bahisler açan bir yazı kaleme almış Ata. Bir veda makamında…

‘Sevgili Huzursuzluğum’ şair Bülent Parlak’ın ilk şiir kitabı. İlk baskısı 2010 yılında Selis Yayınlarından çıkan bu kitabın, elimde İzdiham Yayınları tarafından yayımlanan üçüncü baskısı var. Kitap, 22 Şubat 2015’te şairi tarafından da adıma imzalanmış.”

“Bülent Parlak’ın şiiri hayattan doğup hayata yönelen bir şiirdir. Şair günlük hayattaki nesneleri, objeleri ve bunlara dair ayrıntıları şiirlerinde başarılı bir şekilde kullanıyor. Onun şiiri hakkında en doğru ve net hükmü Bilal Can vermiştir “Bülent Parlak şiiri; akıcıdır, anlamı ise derin ve karanlıktır. İlkin güzel gelen bu akıcılık şiirlerin anlamlarını, tavrını gördükten sonra rahatsız edici, acıtan, hüzünlendiren bir hale bürür.”

“Şair; zaman zaman zıtlıklardan, abartmadan, kişileştirmeden yararlanmaktadır. Ses ve kelime tekrarlarıyla şiirde müzikaliteyi sağlamaya çalışmaktadır. İslami mitolojiye ait terimleri ve özel isimleri yoğun olarak kullanır. Yabancı ülkelerin ve dünya şehirlerinin isimlerini şiirlerinde çokça zikreder. “Bolivya, Arjantin, Yugoslavya; Berlin, Tahran, Moskova” bunlardan sadece bazılarıdır. Ayrıca güncel olayları da olabildiği kadarıyla şiirine aksettirmeye çalışır.”

Bir Nokta’dan Hikâyeler

Halit Yıldırım- Mars’a Düşen Göktaşı

“Bundan üç, beş, on Elon yılı önceydi. Sarı Turp’un Kör Elon, Mars’a ilk kolonisini kurmuş ve burasının adını Elonya koymuştu. Tabii yapılan ilk seçimde de Elonya’nın seçilmiş ilk “maskı” olmuştu.”

“Elonya’da seçimlere katılmak mecburi idi ve seçimler dijital olarak yapılıyordu. Haberleşmede tek operatör olan Eloncell’de 0000’a ELON yazıp gönderince seçimde oy verilmiş olunuyordu. Bu mesajın da her harfi 1 Elon dolarıydı. Elonya’nın para birimi Elon doları idi ve kolonideki tek yetkili banka da Elonfeller Bankasıydı.”

“Kararlar alınırken Çinli ve Bill hanedanından olan azaların veto hakkı bulunurken halkın temsilcisi olan azaların ise sadece kararlara itiraz etme ve tutanaklara şerh düşürme hakkı vardı demokratik olarak.”

“Bilistan’daki dini ayaklanma anında Elonya’da da duyulmuştu. Burada da gök korkusu iyice halkı tedirgin etmişti. Yahudi cemaatin dini lideri Haham 17. Eloni de bir açıklama yapıp bu son durumdan kiliseyi suçlayarak rüşvet karşılığında günah çıkarma gibi nedenlerden dolayı başlarına bu lanetin geldiğini iddia etmişti.”

“Her iki tarafta da bilgisayarlar bu garip aleti tam olarak tanımlayamamıştı. Tüm umutlar Softoğlu’ndaydı. Ancak o da çaresiz makinanın vereceği cevabı bekliyordu. Derken bilgisayardan simsiyah dumanlar yükselmeye başladı. Softoğlu, bilgisayarın fişini çekmek için hamle yapsa da başarılı olamadı. Bilgisayar büyük bir gürültü ile infilak etti.”

Ahmed Sadrettin- Kalbinde, Pompalanan Kanın İçinde

“Ağabeyimin dünya evine girdiği ilk günler, yani o ilk hafta boyunca eve uğramadım. Nikah gününün akşamında yaşadığım maceranın ardından kendime hiç kimseyi rahatsız etmeden yaşayacağım bir yer aradım ve buldum. Bir iki gece dükkandaki yazıhanede, Adnan amcanın kahverengi koltuğunda sabahladım. Sabahladım diyorum, çünkü gözümü yumup karanlığa bakmaktan hallice olmayan o tecrübeye uyku demeye dilim varmıyor. Benim için mükellef sofralardan, devletli ziyafetlerden daha makbul bir şeydir çünkü uyku.”

“Ben yaş aldıkça onda eksilen şefkat bendini yıkmıştı, yüksek bir yerden döküldükten sonra dilinden taşıyor gibiydi. Galiba eski dostunun emaneti olarak görüyordu beni. Ona dostuna karşı olan vefa borcunu ödeme imkânı vermemiştim. Neden kabul etmediğimi defalarca sormuştu. Kaçamak cevaplarla kaçmıştım suallerinden.”

“Nihayet elli yedinci gün sanayi daha uyanmadan altında bir brodveyle dükkânın önünde belirmişti. Hemen yanına koşup daha selam vermeden “senin mi?” demiştim. Heyecanlanmıştım. Daha önce anlattığım sebeplerden. Ailemizden birinin hayatı normal seyredince mutlu oluyordum demiştim ya.”

Engin K. Demir- Yaşamak Güzel Şey

“Korkuyorum. Elim titriyor. Her an bir şey olacakmış gibi hissetmiyorum; zaten olmuş, ama ne olduğunu anlamamış gibiyim. Kalbimin soğukluğu bedenimi sarmış. Ellerim üşüyor. Yüzüm felç olmuş gibi kaskatı kesilmiş. Neden sonra, nefes almadığımı fark ettim. Gökyüzüne bakıyorum. Masmavi, bulutsuz engin gökyüzüne. Canlı ve aydınlık. Minnacık bir uçak gidiyor. Kanat çırpmıyor, havada süzülüyor. Sanki cetvelle çizilmiş düz bir çizgide kayıyor; görünmez bir el onu tutmuş gibi. Bir süre sonra gözden kayboluyor.”

“Ben ölmedim ki duyabiliyorum, görebiliyorum. Telefon… Ormanlık alandayken telefonumla jandarmayı aramıştım. Yardım istemiştim. Evet yardım gelecek ve yaşayacağım. Bu manyak beni öldü bilsin. Biraz daha dayanmalıyım. Karnıma koyduğu tüfeğe iyice yüklenmese. Bağırmamalı, jandarma gelene kadar ölü kalmalıyım.”

Bir Nokta’dan Şiirler

Toprak uyuyalı çok oldu

Kırmızı domatesler suda yeşeriyor şimdi

Kızgın buğday tarlalarında, son alın teri

Hızla geçiyorken otomobiller, duble yollardan

Vakit yok selâma, bay bay, eller yarım havada

Bozkırda bir tek ağaç, beli bükülmüş ihtiyar.

Elma mı, mis gibi kokuyordu, dedemin elleri mi

Okunmuş sulardan içip, atlarken vartalardan

Yasinleri dinliyor, kabirlerden geçiyorduk

Uzun servilerimiz vardı, gelinler gibi süzülen

Sureyi Rahman’dan gelen daveti bekliyorken

En çok, toprakta dinleniyorduk.

Süleyman Çelik

oysa bir çiçeği yaprağından öperken almalıydım

hayat ibretini nasibimce

demek ki çok eşik var

geçilecek, takılacak, geçilecek, takılacak

demek ki tökezlemek de dâhil

yürümeye ve nasibe

oldum demek nasipsizlik

o eşiklerde

Suavi Kemal Yazgıç

İkimizin de fotoğrafını aynı anda çekiyordu zaman

Önümüzden yüzlerce köpek geçiyordu

Durdular ve bize baktılar

Gecenin sessizliğine bir tabure attım

Elimde çok eski kitaplar vardı

Fakat ben okuma yazma bilmiyordum

Mehmet Baş

Bir çınar ki gölgesi bin ovaya yeter

Yedi nesil beslenir dizdiği cümlelerden

Sükûtu öğretti susarak, soylu sessizliği

Doğudan batıya gönülden kardeşliği

Bir çınar ki gölgesi bin ovaya yete

O gün sabahtan yola düşüp aşkla ve hüzünle

Sefere çıktı selam durmak için cümle kuşlar

Akın akın vardılar Şehzadebaşı’na kanatları kırık

Şakıdılar feryat ile âh ile hüzzam makamından

Fatihalar Yasinler kapladı göğü, sükût ettiğinde onlar

Erol Yılmaz

o benim merhamet kahramanımdı

anti-kahramanlar çağında

mucizeler zamanı geride kaldı

diye düşündüğümüzde umutsuzlukla

mesafelerin defterini dürüp

ölçülerin boyunun ölçüsünü alan

iksirin rahmi sabahların efendisi

bir takvim edinmiş yağmurlardan

Tunay Özer

YORUM EKLE
YORUMLAR
Yaşar Akgül
Yaşar Akgül - 1 yıl Önce

Teşekkürler..selamlar..
muhabbetler..dualarla..

Selami ŞİMŞEK
Selami ŞİMŞEK - 1 yıl Önce

Değerli üstadım, emeklerinizin karşılığı ödenmez, Rabbim sağlıklı hayırlı uzun ömürler versin. Kalemine bereket gönlünüze sağlık.