Yitik Bavul 3. Sayı
Yitik Bavul Dergisi 3. kez okurlarıyla buluştu. Her sayıda dergiye katılan yeni isimler ve eklenen yeni bölümler ile zengin bir içerik sunuyor okurlarına Yitik Bavul.
Sıddıka Zeynep Bozkuş’un giriş yazısından...
“Edebiyat; kimine göre hır- gür’dür: Onun bunun üzerine basıp eleştiri çakmağının ardına sığınıp kendi kibrinde bir basamak daha yükselmektir. Zira “Bizde tevazuu hiçbir zaman –geçer akçe-bir üst değer olmamıştır.” Sözlerine katılmadan edemiyoruz. Öyleyse bizler mi besliyoruz bu yangınları. Eleştiri; toprağı sulamak, ağacı çiçeğe durmuşken değil, vaktinde budamak ve samimiyetle beslemek ve tabii ki bahçenin güzelliğini bozan ayrık otlarına, asalak, yalancı güllere göz açtırmamak olmalı değil miydi?
Bu sayı içimizdeki çocuğu yoklamamız için, yine ve ısrarla çiçek- böcek edebiyatı yapıyoruz. Ayrıca, üçüncü sayı itibariyle okurlarına biraz kaşıntı verebilecek Sivrisinek bölümümüzle de iş başındayız. Eleştiriye yeni bir yüz getirmek düşüncesiyle kan almaya geliyoruz.”
Şiirin Kalbi Ağzındadır
Ali Ömer Akbulut, şiir üzerine bir denemesi ile Yitik Bavul’da. Şiir ve kalp birlikteliğini anlatmış Akbulut. Şiirin öz yurdu olan, demlendiği mekân olan kalpten bahisler var yazıda. Ah kalp; sen nelere kadirsin diyoruz yazıyı okurken içimizdeki şiirin sesine kaptırıp sesimizi.
“Kalp “can dilidir” [nefs-i nâtıka]. Hakk sonsuz sevgi ve şefkatiyle [Rahman ve Rahîm] insanın kalbine konuk olmuştur. Bu nedenle kalp, âlemlerin hakikat hafızasıdır. İnsan kalbin kulağı olup can diliyle [nefs-i nâtıka] konuştuğunda kendi hakikatinin izine düşer, insan olur. Rahman’ın Nefesi’yle [Kün; Ol!] can teneffüs edip kendine gelen insan, bu Nefes’i tutan kalbin çarpması; can’ın dillenmesiyle kendi olur, insanlık hâlini tecrübe eder. Kalbin konuşması, canın dillenmesi başka bir yolla değil, yalnızca şiirle mümkündür. Düşünüp akleden kalbin kelamı, insanın can dili şiiridir.
Şiir insanlığın kalbidir. İnsanlık şiirde saklanır, şiirde dillenir. Kâinatın insanı belleyişi, âlemlerin insanlık hafızası, dünyanın insana aşinalığı şiirledir. Şiirin dili gönlüdür, şiirin kalbi insanla çarpar. Dil gönüldür [bizde], gönül dil[de]dir. Kadim kültürümüzde “kalbi ağzında” diye bir tabir vardır. “Aklındakini gizlememek”, düşündüğünü söylemek”, “içinde ne varsa dışına o yansımak” gibi anlamlara gelir. “Yere göre sığmayan” insan, şiirin kalbine dolmuştur. Ve işte; şiirin kalbi ağzındadır.”
Yitik Bavul’da Soruşturma
Derginin 3. Sayı soruşturmasında öykücülere iki soru yöneltilmiş.
- Sizce iyi bir öykünün kaynağı kurmaca mı yoksa hayat mı olmalıdır?
- Yazdıklarınızı adlandırırken öykü mü diyorsunuz yoksa hikâye mi, neden?
Soruşturmadan örnekler alacağım.
Naime Erkovan
Büyük hikâyenin içinde yaşıyoruz her birimiz ve zaman içerisinde küçük hikâyeler birikiyor etrafımızda. Onları kâğıda aktarırken hayatı olduğu gibi aktarmıyoruz. Onun bir parçasını çekip aldığımız için kenarını köşesini tamir etmemiz gerekiyor. Bu tamirde eklemeler yapıyoruz, bazı kısımları çıkarıyor, zaman akışıyla oynuyoruz. İşlemlerden sonra elimizde kalan hikâyenin işlenmiş hâlidir. Artık o, bir öyküye dönüşmüştür ama içindeki hikâye her daim parlayacaktır.
Ethem Baran
Ben öykü yazıyor ve her öyküde bir hikâye anlatmaya çalışıyorum. Yani hikâyesi olan öyküler yazıyor, okurun avcuna bir hikâye bırakmak istiyorum. Yaptığımız iş, bir edebi tür olarak öyküdür. İngilizce short story'nin karşılığı olarak öykü kelimesini tercih ediyorum. Hikâye kelimesini başka yerlere oturtmak mümkün. Örneğin bir filmde anlatılan bir ya da birden çok hikâye vardır. Bazı şarkıların veya türkülerin anlattığı bir hikâye olabilir. Romanlarda ana hikâye ve onu çevreleyen pek çok hikâye anlatılır. Kimi insanların yüzlerinde, gözlerinde bile bir hikâye görmek mümkün. Edebi tür olarak yazdıklarımızı adlandırmaya gelince bunu en iyi ve doğru olarak karşılayan kelimenin öykü olduğunu düşünüyorum.
Ercan Köksal
Bana kalırsa her ikisi de olmalıdır. Kaynağını hayattan almayan ve hayatın bir anını yansıtmayan, okurun kendinden bir parça bulamadığı salt kurmaca metinlerin ne yazık ki benim gözümde bir kıymeti yok. Bu tarz metinleri ayağı yere sağlam basmayan fantastik metinler olarak görüyorum. Öte yandan kurmacanın gücüne sırtını yaslayamamış, konusunu salt hayattan almış metinler de okur nezdinde iyi bir öykü olarak değerlendirilmese gerek! Netice itibariyle kurmacanın ve hayatın iyi bir şekilde harmanlandığı bir öykü yazmayı ve okumayı yeğlerim.
Mustafa Soyuer
Öykü ya da hikâye her ikisi de kelime anlamı itibariyle “gerçeği taklit etme” demektir. Bu bağlamda öykünün gerçek dünyadan tamamen bağımsız olması düşünülemez. Çünkü taklit edilmesi gereken bir gerçek lazım. Bir insanın yaratıcılığının ancak gördüğü, duyduğu, hissettiği şeylerle sınırlı olduğunu düşünürsek insan bilmediği bir şeyin hayalini kuramaz. Örneğin anadan doğma ama birine renk kavramını anlatamazsınız. Bu da yazmak için hayat gerçeğine ihtiyacımızın olduğunun bir göstergesidir.
Genel anlamda sanatın özü taklittir. Ancak sanata tamamen gerçeğin taklidinden ibarettir demek yanlış olur. Aristo’nun “Poetika”sında belirttiği üzere en iyi taklidin varacağı son nokta gerçeğin birebir aynısıdır. Oysa sanattan murat bu değildir. Sanat gerçeği aşmak, eğip bükmek, hoşa gidecek vaziyette yeniden şekillendirmek işidir. İşte tam da bu noktada devreye yetenek, yaratıcılık giriyor.
Meral Afacan Bayrak
Hikâye mi öykü mü derseniz, öyküdür tercihim. Kesin sınırlarının olduğunu da düşünmüyorum. Anlatıyoruz neticede. Yazdıklarıma öykü dememin nedeni, hikâyeye göre daha yeni bir tür olması sebebiyle, deneysel bir takım çalışmalara açık olması. Yani klasik bir yapı barındıran hikâyede betimlemeler daha belirgin ve geniştir. Kuralları vardır. Öykü yapı olarak daha kısa, daha küçük bir zaman dilimine tekabül eder. Anlatırken sınırları oldukça geniştir. Daha özgür bir alandır. Yine de kadim hikâye kültüründen beslenmediğimizi söyleyemeyiz. Roman ya da hikâye okuyup öykü yazmayı deniyorum.
Fotoğraf Okumalarında Sait Faik Var
Nurşen Gümrükçü, Sait Faik’in en meşhur ve onu en iyi anlatan fotoğrafından hareketli yazarın hikâye dünyasına giriyor. Bir teknede en sade hali ile Sait Faik ve hemen yanında bir köpek. Hikâye avcısı tabiri de hayatı bir hikâyenin parçası olarak yaşayan Sait Faik’e çok yakışmış doğrusu.
“Görmenin, gerçekte sadece nesnel olmadığını o zamanlar anlayamasam da bizzat yaşamışım. Bu sözü bana söyleyen büyüğüm, akıl görmesi ile bendeki isteksizliği okuyabildiği için söylemişti sözünü. Akıl görmesi, görülenin görülmeyeni ile görme biçimi idi. Gözlem gerektirir, bir de bilgelik. Sanatın da beslendiği kaynaktır. Hayalin ya da gerçekliğin kapılarını aralatır. Hikâye böyle başlar... Biri görülenin, görülmeyenini yazar. Diğeri herkesin gördüğünü bambaşka açıdan çeker, yeniden gösterir bize. Araçları farklı olsa da hikâye avcısıdır onlar. Görme Biçimleri’nin yazarı John Berger’ in bir tespiti vardır. “Her ne durumda olursa olsun, iki farklı insanın ortak noktası onları birbirinden ayıran, farklı kılan olgulardan çok daha büyük olacaktır.” Bu ortak nokta, hikâye avcılığıdır onlar için. Ve biri diğerinin hikâyesinde kahramandır.”
“Oturduğu yerde sırtının ardında kalan nokta, yelkenlinin kamaraya giriş kapısı olabilir. Onun üstünde de yelkenlinin bumbası var sanki. Eşimin deniz merakı bu konuda yeni yeni bilgi sahibi olmamızı sağladı. Ancak, henüz bu konuda yeterli olmadığımız kesin. Yazarımızın alnına ve ellerinin üstüne teknenin yelkeninden gölgeler düşer.”
Sivrisinek
Dergide yeni bir bölüm sivrisinek. Adından anlaşıldığına göre epey can yakacağa benziyor bu bölüm. Dergilerimizde eleştiriye ne yazık ki çok rastlayamıyoruz. Sivrisinek hem eleştiri hem ironi hem de nükte ile kültür-sanat-edebiyat ortamlarının kulağında epey vızzzlayacak gibi görünüyor.
“Hepimiz türlü türlü bedeller ödüyoruz bu hayatta. Fakat bedellere kendimiz yön vermiyor muyuz çok zaman? Ona buna verdiğimiz manaları bizzat kendimiz yaşamadan ölmüyoruz en basitinden. Kelebek etkisi kuramını iyice kavrayıp düşünmeli insan olan. İnsan olmak zor zanaat. Ve herkes insan olarak doğarken anasından, bu yetiyi elinde tutabilmek niçin bu denli zordur ki?”
“Hangimiz bizim yapamadığımız takdir edilesi işleri için için kıskanmaz? Bu da derece derecedir. Gıpta, kin ve öfke, haset gibi halden hale evrilir, kalptir.
Ah keşke samimi olarak hayırda yarışacak kadar kıskanç olabilsek. Neyse ki Yaratan bize şah damarımızdan yakın, doğru isek güvendeyizdir. Allah adildir. Onun rahman vasfıyla kuşatılmamış mıydı kayıtsız şartsız tüm yaratılanlar?”
Yitik Bavul’dan Öyküler
Serap İtik – Yangın Yeri
“Biraz önce, tavan arasındaki eski sandıktan çıkan fotoğrafın onu geçmişe götüreceğini nereden bilebilirdi ki? Bir fotoğraftı işte, eskiden kalma, çürümeye bırakılmış hatıralar yığını…
Kuşlar cıvıldıyor, yapraklar rüzgârda salınıyordu. Çimenlerde gezinen koyun sürüsünün hışırtıları da eklenince, tabiatın o eşsiz türküsü çalınıyordu kulaklara.”
“Dağları alaz sarmış, yanına dumanını da katmış yola düşmüştü. Çam kokusu yerini kuşların acı çığlıklarına bırakmış, ilerliyordu. İnsanların kovalarla yangına müdahale etme çabaları sonuçsuz kalıyordu. Geriye kalan gri yığınlar, yürüdükçe ölülerin tozlarını savuruyordu.”
“İşte yıllar sonra sandıktan çıkan bu fotoğraf ve kozalaklar, sadece koyun sürüsü ve gamzeli küçük çocuktan ibaret değildi. Sonrasında yaşananların da eseriydi. Ne zaman aklına gördüğü ölümler gelse, koşup bir ağacın gövdesine sarılır, kozalaklarını koklayarak ağlar bu çocuk… Evinden, hayallerinden, doğasından kalan tek hazinesini cebinden ayırmaz bu çocuk…”
Erhan Çamurcu - Hacı’nın Oğlu
“Öğle sıcağının altında, tozlu köy yolunu homurdanarak çıkan arabanın şoför koltuğunda oturan genç adamın gerginliği yüzüne yansıyor.”
“Yan koltukta oturan kadın, kocasının bu gerginliğine alışık olduğundan her an patlayacak olan adamın hışmından hem kendini hem de arkada bebek koltuğunda uyuyan oğlunu korumaya çalışıyor. İkili arasında her an biraz daha tırmanan gerginlik köy yolunda bir anda karşılarına çıkan çukurlar ve arabanın altından gelen rahatsız edici sesler yüzünden gözle görünür hale geliyor. Havanın sıcaklığı, içeriye toz girmesin diye kapatılan camlarla birleştiğinden alnından sicim gibi terler boşanan kadın, gerginliğini endişesine siper ediyor ve kocasından önce patlayarak fitili ateşliyor:
- Biraz yavaş gidebilir misin, lütfen! Arkada çocuk uyuyor.”
“Küçük Saim annesinin kucağında yeniden uykuya dalınca Fikret, Safiye’nin en sevdiği şarkıyı açıyor. Neredeyse bütün kavgaları bu şekilde sonuçlanır. Safiye, ilk başlarda büyük bir pişmanlık duymuş olsa da evliliklerinin üstünden üç yıl geçtikten sonra, artık Fikret’in saman alevi gibi parlayıp sönen öfke patlamalarına alışmış durumda. Böyle zamanlarda bir süre sessiz kalıp kocasının kendisinden özür dilemesini beklemek en iyisidir. Ortamın yumuşadığını anlayan Fikret:
-Nereden çıktı şimdi bu düğün, ne güzel ailecek denize gidecektik. Bir hafta sonu anamızın yanına gelelim dedik, kadın bizimle oturup hasret gidereceğine tutturdu “Bu düğüne gidilecek, babanın kemikleri sızlar yoksa!” diye, sürdü bizi bu dağ köyüne!”
Yitik Bavul’dan Şiirler
Bir elim kalbimi yokluyor
Nedense
Sokağımızdan geçerken
Sen
Çiçeği kadife.
Ağır usul sakinleşiyor rüzgâr
İlk sürgününü işliyor
Gül yaprağına
Dal.
Bir ağaca yaslanıyor
Bahçe duvarın önündeki
Sokağı süpüre
İşçinin sesi.
Gökhan Akçiçek
Sen alın üstüne tüm güzellikleri
Alınganlık iyi duruyor sabah çiği kadar şeffaf teninde
Bir beyaz şal yahut al yanaklı gül batımı omuzların
Süzülen yaş ve dudağında tutulup kırılan ay
Bütün şehirleri ört şimdi, karanlığın rengine dayayıp kulağını
Dengine vurulan, denk düşmeyen davulları vuruyor zaman
Bütün gümbürtüyü bastıran zurnanın zırt dediği an
Boş koymalı, kadehe, kafatasına ve gülün katmerine biraz da
Sıddıka Zeynep Bozkuş
Unutma !
Unutmak öldürmektir ...
Solan yaprağı toprağa gömmektir
Kâh gömsende defter yaprağına
Avuçlarına
Sinene
Şeffaf tabuttur yüreğin
Her bakış oraya!
diriliştir
Unutma
Unutmak öldürmektir
Dirilt!
Nilüfer Zontul Aktaş
Ey salkım salkım merhamet yudumlayan güneş,
Sis dağlarından ovalara umut yeşerten başak,
Dört tarafım kara bahtla çevrili, her yanım sınır kapısı.
Hudut çizemedikçe şair aşka, cetvel, gönye ve pergel…
Pekiyi matematik, zayıf şiir, çan eğrisiyle geçen günüm,
Yatıya kalmış, artıyor, eksilmiyor kalbimin en güzel yükü.
Sen, çiçeklerin, kuşların şarkısı usare, beni bağışla!
Yasemin Kapusuz
Malazgirt Zaferi’nin 950. Yılında Selçuklular
Muhit Dergisi hazırladığı dosya konuları ile iz bırakmaya devam ediyor. Büyük bir emek ürünü olan dosya konuları önemli bir kaynak niteliğinde çalışmalardan oluşuyor. Dosyalar, akademik çevrenin desteği ile farklı bir kimliğe bürünüyor ve dergiye farklı bir hava katıyor. Özgün konu ve bakış açısı dikkat çeken en önemli özellik.
Yirminci sayının dosya konusu “Malazgirt Zaferi’nin 950. yılında Selçuklular.” Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
Seyfullah Kara - Selçuklular ve İslâmiyet
“Oğuzların Müslüman olmaları sadece Türk ve İslâm tarihi açısından değil, aynı zamanda dünya tarihi bakımından da büyük bir hadisedir. Bu olay, İslâm milletlerinin yanı sıra dünya tarihinin de akışını değiştirmiştir. Oğuzların Müslüman olmalarıyla aslında öncelikle Selçukluların İslâm dinine girişi kastedilmektedir. Çünkü Oğuzlar arasında İslâmiyet’e ilk girenler onlardır. Selçuklulardan sonra diğer boyların da peyderpey İslâm’a girmeleriyle Oğuzların Müslümanlaşması tamamlanmıştır.”
İslâm’a ve Müslümanlara hizmet anlayışı Selçuklular tarafından Anadolu topraklarında da devam ettirilmiştir. Dönemin Selçuklu Tarihçisi İbn Bîbî, gayrimüslimlerin idaresi altında bulunan Antalya’nın I. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından fethedilişini anlatırken, “Sultan, kutlu bir talih ve üstün bir başarıyla Muhammed’in dinini yüceltmiştir” ifadelerini kullanmış, bu ifadelerle Sultan’ın İslâm için mücadele ettiğine vurgu yapmıştır. “Râhatu’sSudûr” isimli çalışmasını Anadolu Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’e ithaf etmiş olan bir başka müellifimiz er-Râvendî,söz konusu sultan için, “İslâmiyetin kılıcı”, “dinin emini”, “ümmetin şerefi”, “Allah’ın kullarının koruyucusu”, “dine yardım eden”, “İslâmiyet ve Müslümanların sığınağı”, “kâfir ve dinden dönenlerin belini kıran”, gibi ifadeler kullanmıştır.
“Selçukluların İslâm’a hizmet ideali sadece bir mefkûre olmakla kalmamış, bu ideal, onların 11. yüzyılın ortalarına doğru devletleşmeleriyle resmî olarak uygulanma imkânı bulmuştur. 10. yüzyıldan Selçukluların devletleşme sürecine değin geçen dönemde İslâm dünyası oldukça derin siyasî ve dinî bir kargaşa içinde bulunmaktaydı.”
Erkan Gök Su - Türkiye Selçuklu Devleti
“Türkiye Selçuklu Devleti gerek Malazgirt Zaferi öncesinde gerekse sonrasında kitleler halinde Anadolu’ya gelen Türkmenlerin, Süleyman Şah önderliğinde teşkilatlanması ve sonrasında meydana gelen siyasî ve askerî hadiseler neticesinde kurulmuştur. Kuruluş döneminde bir yandan Anadolu’da mevcut diğer siyasî teşekküller, Bizans ve Büyük Selçuklu Devleti’ne, diğer yandan ise 1096 yılından itibaren başlayan Haçlı Seferlerine karşı mücadele eden Türkiye Selçukluları, bu tehlikelerin hepsini bertaraf ederek Anadolu’yu siyasî, sosyal ve kültürel bakımdan Türk yurdu haline getirmişlerdir.”
“Süleyman Şah ve kardeşleri, Büyük Selçuklular ve Osmanlıların kurucuları gibi bir Türkmen aşiretinin beyi değil, zaten büyük ve sistemli bir devlet kurmuş olan Selçuklu hanedanın birer ferdi olarak, yerleşik devlet ve düzen anlayışına aşinaydılar. Bu bakımdan Türkiye Selçuklu Devleti, daha kuruluş aşamasından itibaren bir aşiret devletinden farklı bir karakter arz ediyordu.”
“Selçuklular zamanında fethedilen ve bir asır kadar bir buhran devri geçiren Anadolu’da Türk-İslam medeniyeti süratle filizlenmiş ve “Anadolu Türk Toplumu” Orta-zaman İslam âleminin en gelişmiş örneğini teşkil etmiştir. Bir yandan milletler-arası ticaretle iktisadî güç yükselmiş, diğer yandan doğudan gelen ilim ve sanat adamları sayesinde kültürel hamle gerçekleşmiştir.”
Muhsin Macit - Selçuklular Devrinde Türkçe
“Selçuklular çağında yazı dili olarak Farsça ve Arapçanın kullanılmasından ötürü Türkçe yazılmış eserlerin sayısı azdır. Az sayıdaki eserlerin de çeşitli nedenlerden ötürü sonraki devirlere intikal etmediği bilinmektedir. 14. yüzyıl şairlerinden Gülşehrî, Mantıku’t-Tayr adlı eserinde Türkçe yazılmış bir Şeyh Sanan Hikâyesi’nden bahseder. Aynı şekilde İbn Yusuf da Türkçesini kaba bulduğu için yeniden işleme gereği duyduğu Şeyyad İsa’ya ait Salsalname’den söz eder. Fakat Selçuklular devrine ait olduğu tahmin edilen her iki eser de bugüne kadar ele geçmemiştir. Mevcut bilgilerimize göre 13. yüzyılda Anadolu’da yazılmış ve günümüze ulaşmış ilk Türkçe eserler olarak Behcetü’lHadayık ile Hekim Bereket tarafından Türkçeye çevrilen Tuhfe-i Mübarizî adlı tıp metnini sayabiliriz.”
Ali Nihat Kundak - Selçuklu Minyatür Sanatı
“ 11. ve 12. yüzyıllarda Selçuklu Türklerinin İran’dan Ön Asya, Mezopotamya, Suriye ve Anadolu’ya yayılmalarıyla ilk Türk-İslâm minyatür üslûbu oluşmuştur. Bu döneme ait kitap resmi örnekleri Selçuklu Resim Üslûbu adı altında gruplandırılmıştır. Anadolu’da üretilmiş 12.-13. yüzyıllara tarihlenen ilk minyatürler, Silvan, Diyarbakır, Mardin, Aksaray, Kayseri ve Konya gibi merkezlerde hazırlanmış eserlerde yer alırlar. Bu dönemde bilim, fen ve edebî konulu minyatürlü yazmalar hazırlanmıştır.”
“Ebü’l-Ferec el-İsfahânî’nin 10. yüzyılda Bağdat’ta yazdığı 20 ciltten oluşan Kitab el-Eġānî adlı eseri Emeviler devrinde ve Abbasîlerin ilk dönemlerinde yaşayan şarkıcı ve bestekârlarla bunların şarkı ve bestelerini konu edinmiştir. Eserin 1217- 19 tarihlerinde yapılmış bir nüshasının sadece 6 cildi günümüze ulaşmıştır.”
Cimrilik ve Müsriflik
Erol Göka, cimrilikten bahisler açtığı yazısında cimrilik ve müsriflik kavramlarını birlikte ele alarak modern zamanların insanı nasıl olup da kendi çarkına çektiğine dair tespitlerini paylaşıyor okurlarla. Hassas çizgilere de göndermeler var yazıda. Cimrilik ile biriktirmek arasındaki etkinin insanı kuşatışına şahit oluyoruz.
“Para üstüne bu kadar çok konuşup da harcama konusunda birbirine tamamen zıt iki insan tutumunundan, yani cimrilik ve müsriflikten bahsetmeden olmaz. Önce cimrilik...”
“Para ve infak etmeden biriktirme konusunda düşünmeye başlayınca İslam’ın ve hatta Protestanlık ortaya çıkana kadar Kilise’nin faize, tefeciliğe ve haksız kazanca açık ve net karşı çıkmalarını daha iyi anlayabiliyorum. Mevcut zihniyetimizi, insanı değiştirmeden para ekonomisini asla alt edemeyeceğimizi görüyorum. Ama bir yandan da kapitalizm koşullarında iş bölümünün her alanda giderek artması ve her bir alanda uzmanlık bilgisi olmaksızın karar vermenin güçlüğü önümüzde dev bir engel olarak duruyor. Sanıyorum bu konularda bir zihin berraklığı sağlayacak donanıma erişene kadar, “cimrilik” sadece psikopatoloji sınırları içinde kalacak, etrafa gülünç düşecek kadar cimrilik gösterenler, psikoloji profesyonellerinin önüne konulacak, hep birlikte bulanık suda balık avlamaya çalışacağız.”
Hikmet Dağında Fahreddin Râzî Var
Dursun Çiçek’in Hikmet Dağı’nda bu sayı Fahreddin Râzî var. Selçuklu dönemine gidiyoruz. Eserleri, etkilendiği kişiler, etkileri ve hikmetleri ile Râzî’nin gönül dünyasına konuk oluyoruz.
“Fahreddin Râzî, Selçuklu dönemi âlimlerindendi. Her âlim döneminin niteliklerini yansıtır ilminde ve düşüncelerinde. Başka bir deyişle biz bir dönemin ete kemiğe bürünmüş halini âlimlerinin eserlerinden okuyup anlayabiliriz. Râzî de öyle bir âlimdi.”
“O İbn Sina’nın İlm-i ilâhî’de yaptığı tevhidi bir bakıma fizik ve matematik bağlama taşıyarak tevhid ilkesi çerçevesinde bir ilim anlayışı oluşturmaya çalıştı. Bir bakıma o bütün ilimlerin birbirine ilgisini, geçişini yeniden kuran köprü gibiydi.”
“Onun yaptığı en önemli köprülerden biri de nübüvvetle ilgili olanıdır. O Kelamcıların nübüvvet anlayışı ile İbn Sina’nın nübüvvet anlayışını terkib eder. Ona göre peygamber hem insan-ı kâmil hem de akl-ı selim/yetkin akıldır. Peygamber olmadan iman/itikâd olmayacağı gibi o olmadan şeriat yani medeniyet de olmaz.”
Sen, Öteki!
Kemal Sayar’ın “Sen, Öteki!” yazısını okuyunca ne kadar çok zulüm var ve ne kadar çok öteki girmiş hayatımıza diye düşünmeden edemedim. Aslında güzelliklerin yaşanacağı bir durak olan dünya, kurgulanmış ellerin sayesinde bir zulüm yurduna döndü. Sayar; Filistin’den, Bosna’dan, sömürüden, kölelikten ve insani yanımızı acıtan her şeyden bahsediyor yazısında. “Öteki” denen bir illet yapışıp kalıyor dünyanın en masum yüzüne. Zulmedenlerin bir zamanların zulüm görenlerden olması da ayrı bir yara.
“Bugün Filistin’de yürütülen sistematik aşağılama politikası, kayıtsız şartsız bir teslimiyet istiyor toprağı işgal edilmiş Filistinlilerden, dizlerinin üzerine çökmesini ve ayrımcılığa rıza göstermesi, atalarının toprağı üzerinde hak iddia etmemesi bekleniyor. Suçun masumiyet kıyafetiyle arz-ı endam ettiği bir zamandan geçiyoruz, artık ‘kendisini haklı çıkarması gereken masumiyettir.’ Ne de olsa katilin ‘mantıklı dayanakları’ vardır.”
“Soykırımın bir medeniyet yoksunluğu/eksikliği değil, rasyonel medeniyette olağan bir ilerlemeyle ortaya çıktığı dile getirilmiştir. Öteki’nin süreğen keşfinde Batı’nın hiç sıkıntı yaşamamış olması gerçekten hayret-i şayan bir durumdur, hemen her toplum kendine bir öteki yaratma eğilimindedir elbette, toplulukların, hele ki ulusların ‘kimlik’ oluşumu için vazgeçilmezidir öteki, hoşgörüsüzlük her türlü öğretiden önce vardır.”
“Irkçılık ötekileştirmenin en uç boyutu. Ötekileştirme, ayrımcılık ve ırkçılığın aynı kategori içerisinde ele alınması gerekiyor. Bunların hepsi bizden farklı olanı tehdit olarak algılamaktan kaynaklanan patolojik durumlar. Dolayısıyla temel problemimiz, bizden farklı olanla nasıl beraber yaşayacağımız sorunu; onu tehdit olarak mı algılayacağız, boyun eğdirilmesi gereken nesne olarak mı ele alacağız, yoksa onunla özne-özne ilişkisi mi kuracağız?”
“Milli Şef ’İn Treni Niçin Beyaz?”
Kamil Yeşil, İsmet Özel’in Kanal 7’de katıldığı bir program arşinivden hareketle “Milli Şef ’in treni niçin beyaz?” sorusunun ardına düşüyor. Özel’e dair birçok not var yazıda. Bu meşhur sorusunun cevabı da yazıda okuyucuları bekliyor.
“Geçtiğimiz aylarda Kanal 7 TV, bazı programların arşiv kaydını Youtube aracılığıyla erişime açtı. Bu sayede Süleyman Çobanoğlu’nun Tanıklar programının yanı sıra Ahmet Hakan’ın yönettiği ve İsmet Özel’in konuk olduğu İskele Sancak programını tekrar izleme imkânı buldum.
Bu söyleşi programı aslında deşifre edilmiş, Yeni Sanat ile Tezkire dergisinin eki olarak verilmişti. Ayrıca Osman Özbahçe tarafından Toparlanın Gitmiyoruz adıyla derlenen söyleşiler dizisinde yer almıştı.”
“Milli Şefi’in treni niçin beyaz?” O günlerin genç şairi İsmail Kılıçarslan tarafından yöneltilen bu soruya İsmet Özel’in verdiği cevap “Yapmayın!” oldu ve mesele “kapandı.” Bu soru, şaire şiirini şerh ettirmeye yönelik bir hamle olduğu için yerinde bir sual değildi doğrusu.
“İsmet Özel’i takip edenler hatırlayacaklardır. İsmet Özel, Dünya ve Türkiye’de cereyan eden olayları hayatının nirengi noktaları olarak işaretler. ‘1944 doğumluyum’ demez, ‘II. Dünya Savaşı yıllarında doğmuşum’ der. Bu tanımlama hem özel hem kendi neslinin hayatı arasındaki etkileşimlere bir işarettir. Onun hayatını, hayata bakışını, neslini vs. anlamak, anlamlandırmak için dönemsel tarihe bakmak gerek. Çünkü kişisel tarih gibi gördüklerimiz, aslında nesil ve o günden bu yana Türkiye’nin ve Dünya’nın tarihidir.”
Muhit’ten Bir Öykü
Selma Aksoy Türköz- Koku
“Bir esinti ansızın perdeyi havalandırdı. Oda, içeriye giren tozlu ışık demetleriyle aydınlandı ama yetmedi, odanın bir köşesi hep karanlıkta kalıyordu. Kadın, o karanlık tarafa yöneltti bakışlarını, derme çatma yatağında öylece yatan adama, olması gerekenden daha erken bir anıya dönüşmek üzere olan kocasına.”
“Çocukların yanına gitti kadın, küçüğü olanlardan ürkmüş, iri iri açılmıştı gözleri. Sıcak bakışlarla sarmaladı çocuğu, parmaklarını şefkatle geçirdi saçlarının arasından, tarar gibi. Çocuk, annesinin dizlerinin arasına sokuldu; biçimli bir yüzü vardı, dalgalı kumral saçlar, gülümsediğinde belirginleşen gamzeler, kıvrımlı kirpikler, beyaz, pürüzsüz bir ten.”
“Hayıflandı kadın, lanetler okudu kendine, neden onları yalnız bırakıp dışarı çıkmıştı ki! Sokağa koştu çocuğun adını çağırarak, etrafı aradı, karanlık basmıştı ortalığı, sesleri duyan birkaç komşu yetişti. Biri karakola haber verdi, kadınla beraber çocuğu aramaya koyuldular, yer yarılıp da içine girmişti sanki.”
Muhit’ten Şiirler
şimdi ırmağı arıyorum
umutlar düşler gibi aksın
sevgiler yaralı aşklar hasarlı
dünya acılar yumağı
evliyalar nasıl da suskun
her zamanın zarif anları vardır
çiçekleri, soğuk suları, göz göze gelmeleri
buhara çok uzak değildi n’oldu
şam’ın akşamı bizim de akşamımızdı
bir istanbul rüzgârı eserdi her yerde
evliyalar nasıl da konuşurdu n’oldu
Arif Ay
Zararın neresinden döner bezirgân ehl-i dil orayı bilmez
İncinmeler dükkânı köşe başında vitrini albeni
Fotoğraf albümünde delik deşik fiyakalı sözcükler
Peşine düştüğümüz zorunlu anlayış teşebbüsü cezai ehliyet
Hatırlamak daha zordur olasılık hesapları yalan söyler
Nükseden çılgınlık nöbetleri bastırılan durmadan
İçinde bir şeyler kaybolur kopar biriktirdiğin benzeyiş
Gergin bir an gibi zor geçer gece boyu bekleyiş
Mustafa İbakorkmaz
Sana başka yol ve azabın bir yanı
anlamakla çoğalan yaşamamak
Kırk yama bir rüyada
Rengârenk bir bütünlük buluşun siyahta
Başka türlüsünü beklemek olmazdı zaten
Bekledin
Taşı doldurduğun sağ yanından su alıyorsun ölüme
Gitsen haberin yok kendinden.
Tuba Kaplan
Tespih ipine dizilmiş beyaz bir yorgunluk
Mutluluk nasırlaşmış ellerinde hamalın
Sırtında dünyanın yükü, sırtında buzdolabı
Yüzünde boncuk boncuk dökülüyor dünya
Ağzında cigara, elinde tespih, dilinde türkü
Duman duman savruluyor mutluluk
Dağdaki çobanın şehirdeki hamala hediyesi
İbrahim Gökburun
İhsan Fazlıoğlu Söyleşisi Yitiksöz’de
6. sayısına ulaştı Yitiksöz Dergisi. Kattığı değer ve dergide yer alan isimlerin varlığı ile artık kabul gören ve beklenen bir dergi oldu Yitiksöz de. İmkânların olması bazen çok da önem arz etmiyor. Önemli olan bu imkânları olumlu bir mecraya dönüştürebilmek. Yitiksöz, Duran Boz’un büyük gayretleri ile bunu başaran bir dergi oldu.
Dergiden yapacağım ilk paylaşım İhsan Fazlıoğlu söyleşisinden olacak. Sorular Mehmet Ulukütük’ten.
“Herhangi bir beşerî eylem anlamını içinde varlığa geldiği kültürün bütünlüğünde kazanır. Başka bir deyişle cemâl, cümlede ortaya çıkar ve o cümleye ait her bir parça, o cemâle nispetle güzel yani cemil adını alır. Bu çerçevede zevk-i selîm bir kültürün bütününde varlığa çıkan bir duyuştur. Böyle bir kültür içinde yetişen bir birey, tezevvuk duyarlılığı geliştikçe zevk-i selime ulaşır. Hakikat soğuktur; dilin hakikati bize içinde yaşadığımız mekân-zaman uzayında bulunan her bir nesnenin idrakini sağlar. Ancak dilin hakikatinden taşması, hâle uygun bir şekilde yeniden dile gelmesi, yani istimâli, dilin estetik ifadesine kapı aralar. Özellikle şiir ve ona eşlik eden musikî bu estetiğin zirve bir ifadesidir. Yine de, söylediğimiz gibi, bu hâl, tüm kültürün ahvalinin üst bir bütünde yeniden varlığa gelmesinin cisimleşmesiyle ilgilidir.”
“Kitabın adı Fuzulî Ne Demek İstedi? Ancak bu kitap bir düşünce tarihi okuması. Elbette bunun yanında bazı zımnî işaretler içeriyor. Sevindirici olan, kadim geleneği okumak için bir yöntem kitabı olarak muamele görmesi. Açıkça söylemek gerekir ki, bu tür okumalar bu kitaptan önce de vardı, şimdi de var. Kitabın farkı bu işi oldukça dizgeli yapması ve temsil değeri yüksek bir örneği kendine konu alması ki, kitabın telif edilmesinin de nihaî amacı buydu. Bu amacın gerçekleştiğini görmek sevindirici. Dendiği üzere, bir medeniyete ait en küçük parçada o medeniyetin bütününü görmek mümkündür. Önemli olan, durulacak en uygun noktayı bulmak ve doğru nazar atfetmek; kısaca nokta-i nazar.”
“İnsanların eylemlerini amaçları örgütler ve bir istikamet sahibi kılar. Bu nedenle yapılan işe değil, o işin niçin yapıldığına dikkat kesilirim. İnsanlar niyetleri konusunda ihlaslı ise yapacakları iş en nihayetinde yolunu bulur. En kuşatıcı anlamda ne-için yaşadığımızla ilgili küllî bir tasavvur sahibi isek, niçin eylediğimiz ile ilgili de cüzî bir tasavvur elde edebiliriz. Çünkü insan, ister farkında olsun ister olmasın, öncelikle küllî anlamda yaşamını yönlendirecek nihaî bir ilkeye sahiptir.”
Kuşların Yurdu: Kafes
Kuşlar ne de çok yakışır şiire. Ahenkle çırptıkları kanatları ile şiirin ritmini tekrar ederler adeta. Kuşların her halinden yeni bir şiir çıkarabiliriz. Çünkü şiirin kalbi gibi atar kuşların kalbi. Hayrettin Orhanoğlu, şiirine kuşları konuk eden şairleri ele almış yazısında. Kafesin içinde kuş, içimizde özgürlük şiirleri…
“Kuşları hep uçarken hayal ederiz ancak ne tuhaftır ki şiirde, öyküde ve romandaki kuşlar hep yanı başımızda, bir kafesin içindedirler. Biz kuşsuz; kuşlar bizsiz olmaz. Edgar Allen Poe’nun kuzgunu bir odanın içinde, büstün üstündedir. Masallardaki cadıların kargaları da mağaradadır. Dahası yine masallarda kuşların kanatlarına biner havalanırız. En belirgin nitelikleri özgürlük ve barış olan güvercinleri biz savururuz gökyüzüne. Bizim elimizden çıkıp kanatlanırlar. Ve yine bizim yanımıza dönerler. Meydanlarda gördüğümüz güvercinlerin özgürlüğü, buğday tanelerini görünceye kadardır.”
“Kuşlarla ölüm imgesi arasındaki mesafe ruhun taşıyıcısı oldukları için dardır. Turgut Uyar, yakın bir dostunun ölümü ardından yazdığı şiirinde kuşlardan bir haber bekler gibidir kent tepinir belki bütün kuşlar uçar/ belki değil mutlaka/ ama/ bir tanesi mutlaka kalır (Acının Coğrafyası) Ölümün ardında kalan şey hatıralardır. Yakın denilebilecek insanların bir bir ölümü, şiirsel öznenin yalnızlığını açığa çıkarırken bir yandan da onların hatıraları bir umut olarak geridedir.”
“Sarı ve sarışın ile başlayan kimi tamlamalara 1950 sonrası şiirde sıkça rastlarız. Bu rengin ölümle ilişkisi, İsmet Özel için de bir imgesel alan oluşturur doğal olarak. kuş damdan düşünce/ sarışın bir yürüyüşüdür artık ölümün/ bir yağmurdur açılan kuraklığa/ bir yağmurdur kulübesi nisandan/ ve onun ayaklarına dolanan o gökyüzü/ kansız yüzleridir diri kuşların/ kuş düşünce damdan (Kuşun Ölümü) Damdan düşen bir kuşun öldüğünün farkına varılmamasının işaret ettiği imgesel alan, hiç kuşkusuz İsmet Özel’in toplumsal hayatta karşılığını bulan durağanlık ve her şeye boş vermişliğe olan tepkinin temsil ediliyor oluşudur.”
“Klasik edebiyatta ve özellikle tasavvufi metinlerde bedenin ruh için bir kafes olduğu düşüncesi oldukça yaygındır. Daha çok göğsü çevreleyen kaburgalar üzerinden yapılan benzetmelerde Sühreverdi örneğinde olduğu gibi bu kafesten gerçek-ötesi diyebileceğimiz bir yolculuğa çıkılır. Adem Turan da kendi beden şehrinden çıkarak tabiata koşan bir kuşu şiirsel özne olarak seçer. Eğilip baktım pencereden/ Dünyanın kirlenen yüzüne/ Ben, düş yorgunu kalender/ Çıkıp gidiyorum kafesimden/ Çıkıp dağların arka yüzüne (Kafesteki Kalender) Varlığın evi dilden önce ait olduğu yer yani tabiattır.”
Dilin Mikrokozmosu: Atasözleri ve Deyimler
Mehmet Narlı, atasözleri ve deyimlerin hayatımızdaki yerini ve ihtiva ettiği derin anlamı örnek kavramlar üzerinden ele alıyor.
“Deyimler ve atasözleri, kendilerini üreten dilin ve kültürün içinde ortak anlamlar üretebilirler ve bu ortak anlamlar mecazların da kalıplaştığı algısını hatta kabulünü doğurabilir. Fakat bilmeliyiz ki atasözlerinin anlamları asla donmuş yargılarla sınırlı değildir. Ne yazık ki yoksul bir dil dünyası veya yabancılaşmış bir kültür ortamı içinde yaşayan insanlar, artık atasözü bilmiyorlar hatta onların anlamlarının eskiye ait donmuş yargılar olduğunu sanıyorlar. Daha da kötüsü, deyimleri, atasözlerini, motifleri, mecazları olmayan bir dili konuşanların, hiçbir bağlamda üretici olamayacaklarını artık anlamıyorlar.”
“Velhasıl deyimleri, atasözleri, mecazları, istiareleri oluşmamış veya kaybolmuş bir dilin şairi, yazarı ve entelektüeli de olmaz. Çünkü atasözlerinde kendine özgü kurulan mecazi mantığın işaret sistemi, aktarılan bilimsel verilerden, iddialardan çok daha etkilidir. İnsan bunu kavrayamazsa veya görmezse gerçekte bilincinin ve hayallerinin macerasını takip edemez. Türkçede hangi kavramı hangi olguyu çalışırsanız çalışın o kavramı ve olguyu dilde kendine özgü kökler salmış, gözenekler oluşturmuş, kodlarını genel dilin içine bırakmış deyim ve atasözlerine adam akıllı eğilmezseniz, asla kendinize özgü kuramsal bir çerçeve ortaya koyamazsınız ve bu bağlamda dilinizin size kazandıracağı yetenekten ve sunacağı imkândan mahrum olduğunuz için gerçekte başkalarının söylediklerini de hakkıyla anlayıp yorumlayamazsınız.”
Ah O Mahalleler...
Mahalle kavramını artık neredeyse sadece adres verirken kullanır olduk. İçerdiği anlamın derinliğini bile düşünemez olduk. Şehrimizi, caddemizi, mahallemizi, sokağımızı kaybettik. Issızlığımızı modern zamanların keşmekeşliğine versek de yitirdiğimiz aslında yüzümüzün en sahih hali.
Arif Bilgin, “Ah mahalleler de bizi terk edip gitti.” Geçmiş zaman mahallelerinin kulağını çınlatıyor.
“Bizim Mahalle” diyerek sahiplendiğimiz, büyük küçük herkesin birbirini tanıdığı, evini bildiği acı ve tatlı günlerde ortak olduğu “bizim mahalle” vardı. Mahalle, bir meydan, kimi dar kimi bir at arabası geçecek genişlikte birkaç sokak ve bu sokakların etrafındaki evlerden oluşurdu.
“Kızılcaoba Mahallesi Camii, Güneşli Mahallesi Camii gibi aynı isimle anılan her mahallenin camisi ya da Camii Hatip Mahallesi, Ali Bey Camii Mahallesi gibi her caminin mahallesi vardı. Osmanlı hatta Selçuklu döneminden yirminci asrın ortalarına kadar mahalleler daha çok camilerin adıyla anılırdı. O mahalleli cuma, bayram ve cenaze namazını hele de vakit namazlarını ille mahallesindeki camide kılardı. Orası bir yoklama alanıydı âdeta. Aksatmadan devam ettiği halde birkaç öğün gelmeyen olursa hemen nedeni araştırılır, bir derdinin, sıkıntısının olup olmadığı öğrenilir ve ona göre hareket edilirdi.”
“Mevlit birkaç gün önce okuntu dağıtılarak herkese duyurulduğu için okunacak caminin cemaati o vakitte olağanüstü çoğalırdı. Bunu bilen, zengin veya hatırı sayılır aileler kendi mahallelerindeki cami küçükse dar geleceğini düşünerek Ulu Cami’yi seçerdi.”
“Mahalle çeşmeleri vardı ki renk katardı büyüklerin ve küçüklerin hayatına; kışın başka yazın daha başka renk katardı. Genellikle kadınlar, bazen de gelinler kızlar kollarına takıp getirdikleri ‘bir çüt satırı’ sıra kapma derdine düşmeden doldururlarken ‘iki çüt’ de laf ederek mahallede olup biteni birbirine aktarırdı.”
Sen Uğramayalı Çok Şey Değişti
Şiir tadında bir denemeyle Salih Gebel de Yitiksöz’de. Bir gidişin hüzünlü vedası hissediliyor her satırda. Umut da bir köşeden canlı tutuyor yaşamak denen savrulmayı.
“Sen gideli kaç yıl oldu bilmiyorum, sen giderken şu ağaç bir fidandı. Boy attı, büyüdü, meyve vermeye başladı. Yokluğunda, senin de onunla birlikte büyüdüğünü düşünmek teselli oldu bana.”
“Sen gittiğinde her şey öksüz kaldı burada; dağa doğru uzanan adımlarımız, şiirlerimizin henüz tamamlanan mısraları ve buradan kalkıp şehrin ücra bir semtine göçenlerin ardından söylenen türküler… Hepsi sensizlikten nasibini aldı.”
Yitiksöz’den Öyküler
Gülçin Yağmur Akbulut - Ölüme Dipnot
“Gözlerimin üstünde kapkara bir duman savrulup duruyordu. Yüzümdeki bulutlar, eksilmiş güneşin son ışıklarını görmeme engel oluyordu. İkinci şahısların olmadığı bir âlemde bir yerlerden kopuşumu izliyordum. Neredeydim, neler oluyordu anlayamıyordum. Yoksa düştüğüm yer bilinmezlik kapısına mı açılıyordu? Bu ağlayan ses anneme mi aitti yoksa yıllar önce kaybettiğim babama mı?”
“Kış kapıyı aralamıştı. Karın yıkıp geçtiği dallar evrene esrarengiz bir tablo çizmişti. Sesi boğuk çıkıyordu bahara uzanan dar geçitlerin. Sevmiyorum kış aylarını. Çetin ve zor geçer doğuda. Annemin soba külü çekmekten elleri nasırlaşır. Mecburen bir odada tıkış tıkış yaşamak zorunda kalırız.”
“Annemin hıçkırıklarını duyuyor, yüzünü göremiyordum. Sabiha teyzeden ne zaman gelmişlerdi? Annem neden feryat figan ediyordu? Nineme bir şey mi olmuştu? Elektrikler mi kesilmişti, annem lambaları o yüzden mi yakmıyordu? Babam bizim eve hiç gelmezdi, her zaman onu ziyarete giden ben olurdum. Elimden tutup ağır adımlarla beni bir yere doğru götürüyordu.”
Ali Necip Erdoğan - Örgü
“Psikiyatri kliniğinin en güzel hemşiresi bekleme salonuna girip, Esma Hanım buyurun, dedi, doktor hanım sizi bekliyor. Elindeki şişleri birbiriyle birleştirip açıkta kalan iple hızlıca sardı ve şişleri hırsla ip yumağına sapladı, çantasına yerleştirdi ve kalkıp doktorun odasına girdi.”
“İşte bak, tavandan aşağı doğru bembeyaz duvarda kırmızı bir ip, düzensiz bir şekilde akmaya başlıyor, sonra saçaklanıp bir ağacın kökleri gibi iniyor aşağı. Yere yaklaştıkça kendini tekrar eden muhteşem bir simetri oluşuyor. Her dal, aynı şekilde uzanıyor yere. Yanımda kâğıt kalem olsaydı kendini böylesine tekrar ederek çoğaltan geometrinin resmini çizebilirdim.”
“Kırmızı ip bir sır olmadan önce beni alıkoydu, beni bağladı, beni kayıt altına aldı, beni seçen oydu, bende var oldu ve şimdi bende bir sır olarak kalmayı sürdürecek, yani ben seçmediğim bir sırrı saklamak zorundayım, diyorum.”
Yitiksöz’den Şiirler
söyle ey kalbimin güneşi
sabır mıydı savaş mı
mayası zaferin hangi asırda
bir emre hazırlanan simsiyah gecede
mahpus yüzlü duvarlarını şehrin
daha boyamadan güneşçağ savaşçıları
sonsuz devirleri aşa aşa
ve eme eme geçmişi sövgüsüz
ellerimiz vardı hani emek nasırlısı
dik başımız bizim darbesevmez künyemiz
ve kor kürek dudaklarımız
diriliş saatine ayarlı: belâ
öksüz köşesine sığındığımız hiç usanmadığımız
kurşun yükü evlerimiz vhs-beta
evlerimiz nerede sevgilim
biz nerede şimdi
Mehmet Solak
Bir kılıç gibi geçeceğim ateşlerden, yaz akşamlarında
Kayar altımdan açık bir fener, yüzü göğe dönük
Önce aşk, önce para sonra çekmez telefon buralarda
Çok şehir, bol sabah, bende hiç
Dinmeyen bir sarsılma
Bir yanda hafifliği esen rüzgârın
Diğer yanda kanayan kesiği duygularımın…
Ahmet Tepe
Rumeli Hisarı’nda
İncir ve armut dalları arasından
Gökyüzüne bakmak mı
Daha güzel?
İstanbul’da
Ya dalından
Meyve yemek
Ya da meyve ağaçları arasından
Boğaziçi’ne
Ve gökyüzüne bakmak
En güzel şey
Mustafa Ruhi Şirin
Vardır, özgündür, Kudüs bakışlıdır
Dilin içindeki yalın halini daha çok
Dizelere sözcükleri dizerken
Türkçe olmak ve Müslümanca
Bakmak evrene
Özellikle Kudüs bakışını başat kılarak
Klas bakış bilerek klas duruşlar içinde
Böyle imiş demek
Güzel bakmak evrene güzeli özlemek
Devrimi bir ışık olarak beklediğinden
Bir ışık olarak hâlâ var
Hâlâ devrim umuduyla.
Nurettin Durman
Çalkandı boşluk, köpük öykü ve rüzgâr
Kapanarak gün, yeşermeli bahar dalında gerek
Mısra mısra çözünerek düğüm iyi
Ya bu ezanlar, bu tan yeri ağaran ya
İçimiz- dışımız şiir olsa ne var.
Seni karaladıkça kalemin orta yerinde tam
Beni örseledikçe, en derin ve en yüzeye köpüren
Taş desenli, çim dokulu halılar ve
Ayakları yere basmamış insan.
Sıddıka Zeynep Bozkuş
Yağmura baktığımda çamur dolar gözlerime
Çapaklarıma toz dolar
Her zaman şemsiyenin dışında dolaştığımdan belki de
Belki de ilk feda edilecek insanlardan sayıldığım için
Fırtınaya tutulan geminin içinde
Yağmur yağdığında duygulanan insanlardan olmadım
Çamuru gördüğümden belki de
Belki de şehir büyüklüğünde üzüldüğümden
Şiir büyüklüğünde kamalar soktuğumdan göğsüme
Arkadaşlarım hep uzakta oldu
Her gördüğüm insanla arkadaş olacağımı sandım
Ömer Yalçınova
eni boyu nedir ki süzülen zamanın
serçelerde uyumadı geceden
dallarıma da konmadı peydahlanan gücüm
sonra kendime eğildim vakit sarıydı
ve dedim ki
gecenin arta kalan ışıklarında
yaprakların yeşilinde saat kaç
uyumsuz bir akıl konar duvara
sürükler boy atmış kelimeleri
yanımda ayrılığın mesafesi kadar
Mehmet Mortaş
Siyavuş çehreni saran ölüm cenkleri
Kız olup süzüldü hanene
Kale kapıları kapalı yıldızlı gece
Görklü göğnüne el tutam yapık bağlayam
Yarpuz salam pütürlü eşiğine muskalar saram
Eyit yeter ki beklediğim sülüs nameyi
Yüzümdeki yanık suyundan
Kaynat heceyi ve dök yine
Dilimde hanendeler sen diye diye
Yunus Emre Altuntaş
kirpiklerin gece gibi olsa da
sürmeyi etkisiz kılar öç alır
düşünden parlak zarafetiyle
ki dağın kapattığı ufukta
işine gelen yönü gösteren yıldız
daha parlak değildir doğan gün de
bir tek hudut sağır kalır
seslerine ölülerin
ki bir çağlayan sesi gibi
gelir uzaktan dalgalarla
bizim dışımızda hiçbir şey
işitmez birbirimizin gizli mırıltılarını
işitmez düşümüz de
Ali Sali
korkularımızı asmak için denize karşı
ne gülün akşamı ne solan yüzün
sinema çıkışı ergen bir yağmura tutulmuş gibi
el ele sırılsıklam hayaller kurmak için
çiviler çakmalıyız çivit renkli hülyaların duvarına
Arif Ay
Söğüt’te Peyami Safa Özel Sayısı
Söğüt Dergisi’nin 9. sayısı elime biraz geç ulaştı. Peyami Safa dosyası ve zengin içeriği o kadar özenle hazırlanmış ki geç de olsa Söğüt’ten mutlaka bahsetmem gerekiyor.
Peyami Safa Dosyası Mehmet Tekin ile yapılan söyleşi ile başlıyor. Tekin için Peyami Safa uzmanı desek yeridir. Bu da düşünülünce söyleşinin satır aralarında okuyucuları bekleyen ince detaylar olduğunu söylemek mümkün. Sorular; Tuğçe Meç’ten.
“Peyami Safa, her şeyden önce iyi bir okurdur. Okumak, sadece merakı tatmin eden bir faaliyet değil bir iptiladır onda ve ömrünün sonuna kadar da sürdürmüştür bunu. Yazarlık sürecinde, kitap ve makalelerinde yer alan isimlere, değinilen konulara bakılırsa, onun okuma edimini hep canlı tuttuğunu görürüz. Bergson mu popülerdir; fırsatını bulup okumuştur. Spengler, Batı medeniyetine karşı eleştiriler mi göndermiştir, ona kulak kesilmiştir. Nietzsche’yi, Durkheim’ı, A. Comte’u, Marks’ı, Sarter’ı… daha birçok isimleri okumuş ve okumalarını Türk okuruyla paylaşmıştır. Bu okuma ihtirasının nedeni sorulabilir; sorulmalıdır. Peyami, bir, kendini yetiştirmek; iki, güç ispatı için okumuştur.”
“Çok uzun izahlara gitmeye gerek yok. Peyami Safa, Türk romanına yapı sağlamlığını, teknik beceriyi getirmiştir. Kendinden öncekilere baktığınızda, H. Ziya hariç, bir gevşeklik, bir savrukluk görürsünüz. Sorun, sadece yetenekli ilgili değil, zamanla; kültürel ve sanatsal alandaki gelişmelerle ilgili. Roman bir dil sanatı ise, ki öyledir, dilin oturmuş, anlatım zenginliğine kavuşmuş olması lazım. Peyami’nin önünde böyle bir imkân, böyle bir fırsat vardı. Doğrusu o da sahip olduğu yeteneğin desteğiyle bu imkândan elinden geldiğince yararlanmaya çalışmıştır.”
Peyami Safa’nın Kayıp Şiirleri
Yazmaya şiirle başlamak diye bir gerçek var. Bu, birçok yazar için geçerli bir uğrak noktasıdır. Peyami Safa da yolu şiire uğrayan yazarlardan. Gençlik yıllarında şiirler yazan Safa’nın şiirlerine tam anlamıyla ulaşılamadığını belirtiyor Necati Tonga. Yazıda, ailedeki şairlerden, Peyami Safa’nın iki şiirinden açılan bahisler var.
“Peyami Safa, tarihin ve talihin cilvelerinden biri olarak “sanatkâr bir aile çevresi”nde dünyaya gözlerini açmış bir şahsiyettir. Peyami Safa’nın ailesi, “edebiyat tarihimizde eşine nadir rastlanır derecede” çok şair ve yazar yetiştirmiş bir ailedir. Dedesi Mehmet Behçet Efendi, babası İsmail Safa; ağabeyi İlhami Safa, amcaları Ahmet Vefa ve Ali Kâmi Akyüz, amcasının oğlu Behçet Kâmi ve yeğeni Berna Moran bu ailenin sanatla ve edebiyatla iştigal etmiş bireyleridir.”
“Modern Türk edebiyatının en önemli romancılarından biri olan Peyami Safa, özellikle ilk gençlik döneminde şiirler kaleme almış ve adı “şair”e çıkacak derecede şiirle hemhâl olmuştur. Fakat yazarın bu dönemde kaleme aldığı şiirlerin büyük çoğunluğu şimdiki hâlde “kayıp”- tır ve bu kayıp metinler bulunmadan da onun şairliğiyle ilgili sağlıklı bir değerlendirme yapmak zordur. Çünkü yukarıda dikkatlere sunulan iki metin, Peyami Safa’yı “şair” olarak nitelemeye yetecek derecede “kuvvetli” şiirler değildir. Bununla birlikte bu şiirlerin farklı açılımlar yapacak ve yazarın biyografisine katkı sağlayacak metinler olduğu da aşikârdır. Zira ailesinde pek çok şair bulunan Peyami Safa’nın ömrü boyunca şiir üzerine düşünen ve bu uğurda pek çok yazı kaleme alan bir edip olduğu da dikkatlerden kaçmamalıdır.”
Genç adam… Ne için gamlısın sen yine?
Elemli gölgeler sinmiş hep çehrene…
Bir uzak hayali yaşıyor gibisin,
Hasta bir hicranla titriyor bak sesin.
Ne için, ya ruhun ağlıyor derinden…
Yıldızlı geceler mi dolar oraya,
Yoksa nazlı ayın gümüşlü kalbinden,
Sihirli nağmeler… mi akar ruhuna.
Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
Zeynep Ersöz - Peyami Safa’nın Romanlarında Kadınların Milli Mücadele’ye Bakışı
“Romanlarında kişilerin iç dünyalarını ve psikolojik durumlarını ayrıntılı bir şekilde işleyen Safa’nın Milli Mücadele’ye bakışı da roman kişilerinin psikolojileri üzerindendir. Roman kişileri, yüce bir amaç uğruna kişisel arzu ve heveslerini bir kenara bırakan cemiyet insanı olma rolünü üstlenmezler. Bu bağlamda Milli Mücadele toplumsal, insani ve milli bir fedakârlıktan ziyade, kişisel buhranlara, çatışmalara ve problemlere eşlik eden bir unsur olarak okuyucu ile buluşur. Romanların dikkat çeken bir diğer özelliği ise milli değer ve hassasiyete sahip kişilerin kişisel birtakım duygu ve durumlardan kurtularak Milli Mücadele’nin yanında yer almaları, başka bir deyişle Milli Mücadele’nin kişilerin bir tercihi olarak romanda karşılık bulmasıdır. Tüm bunların yanı sıra yazarın romanlarında (özellikle Doğu-Batı sorununu anlatan romanlarında) kadını, madde ve ruh karşıtlığını temsil eden bir kadın-erkek karşıtlığı içerisinde konumlandırdığı görülür.”
“Peyami Safa’nın Sözde Kızlar, Mahşer, Biz İnsanlar isimli Milli Mücadele’yi anlatan romanları arasında yalnızca Sözde Kızlar romanının başkişisi Mebrure Milli Mücadele’ye destek verir. Üç romanda da Mebrure haricindeki kadınların Milli Mücadele karşıtı bir tutum sergiledikleri görülür. Bununla birlikte Mebrure, Milli Mücadele’yi destekte edilgen bir rol oynar. Bu edilgen tavır onun Milli Mücadele ile olan bağının zayıflamasında etkili olur. Ayrıca Mebrure romanlardaki diğer kadınlardan farklı olarak Anadolu’dan gelen ve Anadolu’yu tanıyan tek kişidir. Milli Mücadele’nin çıkış noktası Anadolu, Mebrure’nin özlediği, geri dönmek istediği, ait hissettiği bir mekân olarak okuyucunun karşısına çıkar.”
Vildan Sert - Peyami Safa’nın Gözünden Darülelhan
“1916 yılında Türk musikisine ağırlık verecek bir programla eğitime başlayan Darülelhan’da alaturka musikisi öğretimi, 9 Aralık 1926 tarihli Talim ve Terbiye Dairesi Sanayi-i Nefise Encümeni’nin kararı ile durdurulur. Yalnızca Batı müziği eğitimine yer verilerek radikal bir karar alınır. Eserde, entelektüel olduğu ifade edilen Ferit karakteri, yaptığı tespit ile bu hususa dair vurucu ve romanın özünü oluşturan açıklamalar yapar. “Şark’la Garb’ın mültekasında olan Türkiye, Garp’tan tesir almakta tereddüt etmemelidir. Ancak bu tesir, bizim tarafımızdan yapılacak mukabil bir tesiri ihlal etmeyecek derecede kalmalı; yani kültürümüzün güzel ve halis köklerine kadar nüfuz etmemelidir.”
Nihal Atsız’ın Bilinmeyen İlk Şiirleri
Sözüyle, duruşuyla, temsil ettiği düşünce yapısına kattığı anlam ile Nihal Atsız önemli bir değerdir. Bunların yanında yazar ve şair olarak ortaya koyduğu eserler, bir neslin şekillenmesi için başyapıt olmuş kıymetli eserlerdir. Tahsin Yıldırım, Nihal Atsız’ın bilinmeyen ilk şiirlerini ele almış yazısında. Biyografi ile başlayan yazıda Yıldırım, geri planda kaldığına inandığı Atsız’ın şiir dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarıyor bizi. İlk şiirlerinden örneklerle desteklenen kaynak niteliğinde bir yazı bu.
“Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında kendine has üslubu ile öne çıkan şair, düşünür ve yazarlarından biri olan Çiftçioğlu Hüseyin Nihâl Atsız’ın şairliği üzerinde çok durulmamıştır. Şiiri bir mücadele aracı olarak kullanan, ülküsünü destansı bir hava içinde veren, inandığı fikirleri anlatmak için bir vasıta kabul eden Atsız’ın şiirlerine coşkun bir lirizm, temiz ve sade bir dil hâkimdir. Aşk ve sevgi de onun şiirlerinin olmazsa olmazlarından biridir. Sanat ve edebiyat hayatına şiirle başlayan Atsız’ın Yolların Sonu adlı şiir kitabının Ötüken Neşriyat tarafından yapılan son baskısındaki 54 şiirden 38’i hece ölçüsüyle, 16’sı aruz ölçüsüyle yazılmıştır. Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, Atsız-Türkçülüğün Mistik Önderi adlı eserinde Atsız’ın Mayıs 1927 tarihli Millî Mecmua’nın 85. sayısında H. Nihâl imzasıyla yayınlanan “Girdap” adlı bir şiirini tespit etmiştir.
Kaynaklar onun ilk şiirinin 1926 yılında yayımlanan “Topal Asker” olduğunda ittifak hâlindedir. Ancak Yarın dergisinin, 15 Haziran 1922 tarihli 34. sayısında H. Nihâl imzasıyla yayımlanan “İnkıraz” onun yeni şiir(ler)i bulunana kadar ilk şiiri olarak kaydedilmelidir. Bu dergide ilk şiirleri olarak kayda geçecek ve dikkatlerinize sunacağımız “Son Mektup”, “Gözlerim”, “Sakarya” başlıklı şiirleri de mevcuttur. Bu şiirlerin vezinleri şiirlerin altında belirtilmiştir.”
Anadolu’yu Vatan Yapan Sır
Hayrettin Durmuş, Anadolu ve vatan kavramlarından hareketle bir sırrın izini sürüyor. Bedir’den başlayan ve Dumlupınar önlerine kadar devam eden bir sır bu.
“Yunus gibi başı açık, ayak yalın yalvarabiliriz ulu Allah’a. Ellerimiz böğrümüzde çaresiz kaldığımız zaman, bütün kapıların yüzümüze kapandığı, dostların bir bir yanımızdan kaçtığı, kimsenin yüzümüze bakmadığı anlarda; ıssız çöller gibi yanmalı, şah damarımızdan yakın olanı anmalı, meramımızı makamların en yücesine sunmalı değil miyiz? Yolunu şaşırıp uçuruma yuvarlananın ıstırabıyla, karanlık kuyulara düşenlerin fısıltısıyla, anasından ayrılmış körpe ceylanların feryadıyla, aşkla, heyecanla, umutla, kimselerin görmediği kuytu bir köşede hıçkırıp içimizi çekerek seslenebilirsek; O, mutlaka bizi işitecek ve cevap verecektir.”
Anadolu’yu vatan yapan da kurtaran da aynı tılsımdı. Dilimizden bir yol uzanıyordu yücelere. O yolu yüreğimizle yürüdük biz. Kalbimizin dili çözüldüğünde dudaklarımızdan dökülen mübarek kelimeler aşkına Yüceler Yücesi’nin şerefli katından geldi zafer. Bayrak yürekli şair Arif Nihat Asya’nın dediği gibi:
“Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız;
Ve vatansız bırakma Allah’ım!”
Anlayana ne mübarek duadır bu.
Hasan Boynukara İle Söyleşi
Münevver Saral’ın Hasan Boynukara ile gerçekleştirdiği söyleşi Söğüt sayfalarında okurları bekliyor. Okumaya, yazmaya, İngiliz edebiyatına, Türk edebiyatına, salgına, öykülere kadar uzanan uzun soluklu bu söyleşide Boynukara’nın yazı dünyası ile daha yakından tanışıyoruz. Saral’ın sorularının çok özenli olduğunu da özellikle belirtmek isterim.
“Kendimden bahsetmeyi gerektirecek fazla bir özelliğim yok. 2547’ye tâbi bir devlet memur/akademisyenim. Bilim adamı gibi ağır bir etiketten hep ürktüm. Sanat/edebiyat ve bilim! Ne kadar tuhaf bir kombin. Profesörlük unvanı ise, kendim için söylüyorum, kimse alınmasın, bana hepten komik geliyor. Düşünün şimdi Sokrat, Yunus Emre, Mevlana, Montaigne, Balzac, Çehov düz edebiyatçı, bunların yanında sizin esaminiz okunmuyor ama siz at nalı gibi profesör unvanı taşıyorsunuz.”
“Sanat ve edebiyatın güzelliği amatörce yapılanda daha belirgindir gibi bir yanılgım var. Tanınmak veya alkışlanmak gibi kaygım yok, olmadı da. Birkaç insanın aklına ve yüreğine dokunacak bir paragraf yazmayı binlerce sayfa yazmaya tercih ederim. Montaigne gibi bir kitap yazmak, bazen onlarcasını yazmaktan daha anlamlı geliyor bana. Yazmasam da olur dediğim ne varsa yazmamaya çalışıyorum.”
“Ellilere kadar olan İngiliz edebiyatından az çok haberdarız ancak sonrası için aynı şeyi söylemek zor. Hem basılan eser sayısı hem de çeşitlilik açısından bir bolluk var ama bereket var mı, bilemiyorum. Öncekilerle bir karşılaştırma yapabilir miyiz? Kısmen evet, kısmen hayır. İçerik, üslup, karakter açısından önemli farklılıklar var.”
“Son zamanlarda adını duyduğunuz ünlü bir Rus romanı var mı? Ya da bir Alman romanı var mı? Türk romanında akla gelen bir düzine isim var. Okudum ve hayatım değişti denilecek türde kaç roman var? Orhan Pamuk bizim Nobel ödüllü yazarımız. Buradan yola çıkarak herkes kendince bir değerlendirme yapsın bence.”
“Üretim tarzımız, düşünce tarzımızı dolayısıyla hayat tarzımızı da değiştirir. Artık katır sırtında yola çıkan ve günlerce yolculuk yapan roman/öykü karakterleri yok. Sobaya iki odun daha atmak yerine kombinin derecesini yükseltiyoruz. Pamuk tarlalarında çalışan binlerce işçi, akıllı tarımla birlikte, başka alanlarda çalışmak zorunda kalacaklar.”
Şeyh Galip: Adı Aşk
Fahri Kaplan, Şeyh Galib ve aşk üzerine kaleme aldığı bir yazısı ile Söğüt’te. Rehberimiz elbette Hüsn ü Aşk.
“Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk adlı meşhur mesnevisinde Aşk, Hüsn’e kavuşabilmesini sağlayacak kimyayı bulmak için “diyâr-ı kalb”e yolculuğunu tamamladığında görür ki Aşk ile Hüsn (güzellik) birbirinin aynıymış. Bunu farklı şeyler zannederek şu ana kadar yanlış bir düşüncede ilerlemiş. Vuslat anında ise ikilik ortadan kalkmış; Aşk ve Hüsn (güzellik) tam bir uyum içinde birbirlerine kavuşmuşlar.”
“Şeyh Galip’in redifi “aşk” kelimesi ile biten dört gazeli vardır. Bunlardan “-dır adı aşk” redifli gazeli aşkın ne olup olmadığına dair içerdiği önermeler, dile getirdiği duyuşlar açısından dikkat çekicidir. Şair, bu şiirinde bir yandan “aşk nedir” sorusuna bir cevap arar gibidir; bir yandan da aşkın tanımlara sığmayacağını, ancak tadılabilecek bir hâl olduğunu ve aklın sınırlarının aşkı anlamakta âciz kalacağını şiir dilinin sihri andıran lisanıyla terennüm eder.”
Söğüt’ten Hikâyeler
Feyza Ay – Sahipsiz Mektup
“Sözlerimi saklayacağım en güvenli yer burası. Sana güveniyorum. Ya da güvenmeliyim. Bundan başka ne bir çare aradım ne de o çarenin varlığına inandım. İnanılmayan şeyler için kılını kıpırdatmaya değmezdi. İnanılmayan şeyler… Salonda eskimeye yüz tutan tekli koltukta bunu düşünüyordum. Herkesin evinde bunlardan olur. Şimdilerde kimseninki eskimeye yüz tutmuyor; vaktinden önce, bir eskiciye uygun bir fiyattan satılıp yerine yenisi alınıyor. Bizimki öyle değil. Bizim koltuklar, bizim konsol, bizim halılar, bizim delik ev terlikleri…”
“Ben dokuz yaşında bir kız çocuğuyken kirpiklerimi kaşlarıma değdirmeye çalışırdım. Kıskandığım gözler olurdu. Annemin elinden tutup çarşıda gezerken en özenli saçları, en derin gözleri arardım. En güzelini görecek ve onu isteyecektim yaratıcıdan. Bakkal kapısında ağlar gibi değil, dilek ağacının dibinde el açanlar gibi olacaktım. Doğrusu zaten öyle bir çocuktum. Sessizce hep olacakları beklerdim.”
“Kareli sayfaları özenle yırtıp katladım. Küçük bir kare oldu yine avucumun ortasında. Veda etmek için okşadım, sesimi sevdim gitmeden. Sesim, bu mektup okunduğunda kaybolacaktı. Tıpkı o balon gibi. İç çekip ayaklandım. Gitme vakti gelmişti. Ondan önce son bir işim vardı, kalemin kapağını sıkı sıkı kapatıp defterle ikisini çekmeceye koydum. Kalem teklemeye başladı, mürekkebi azalıyor, demek oluyor ki sonum yaklaşıyor.”
Ayşe Ünüvar – Göğem Rengi
Göğem, karamuk, böğürtlen, kızılcık, kuşburnu çalılarıyla, meşe, öküzgözü, karakavak, bayam ağaçlarıyla örülü, yeşilin bin bir tonunu bağrına basan bu ıssız belki şirin ama bir o kadar tenha yoldan geçerek onlara gitmeyi çok severdik. Çocukluk işte, “Dar yoldan gitmeyin, sakın ha,” derdi annem.
…
“Bize çay yap!” Bize çay yap, en komik olanıydı. Oğlanların elleri bir türlü evişmez, anneler de “bizim oğlan elgama ayol,” der der gülerlerdi. Elgama; eli bir işe varmaz, varsa da yapamaz, anlamındaymış; babaannem demişti. Oğlanlar gerçekten elgama mıydı, yoksa biz onlara çok mu yüklenirdik bilinmez ama işte bu oğlanlardan değildi Çilli Halil. Ondan aklımız çıkardı. Görünce delik arardık. Çocuk bildiğin belaydı ama bunun nedenini kimse bilmezdi.
…
“Oyulgamaz Mediha, tığı en güzel o tutar, danteli en sert o kolalar ve öreneği en çabuk o kapar. Dantelci Mediha mahalle avratlarının hem çok kıskandığı hem de saygıda kusur etmedikleri kendi hâlinde bir kadındır. Mediha’nın elinden çıkma dantel yakaya takılır. Hiç acımaz yakayı yırtar, çocuğu yere savurur Halil. Kızlar çığlık çığlık bağırır ama kimse duymaz. Betonun üzerine bakmayı hiç akıl etmez büyükler. Beton uzayıp giden dikdörtgen bir yol. Bir kanalizasyon yolu. İçinden mühendis lojmanlarının mutfak giderinden gelen suyun geçtiği söylenir.”
Söğüt’ten Şiirler
sessizliğe kaçıyor, suya sığınıyoruz
aynaların buğusunda azalsa da yüzümüz
ıslak seramiklerde omuzlarımız daha sarsılmaz
su akıyor
biz ak(a)mıyoruz
kanadımız var sanıyoruz kalem tuttuğumuzda
bizi şımartan hep beyaz kağıtlar
diyecekler ki: affet, sığamıyoruz
şairin gözleri tabuta konduğunda
Fatma Aksu
bizi ayıran kimdir yolundan sevgilinin
hep kelime oyunu masamda mum ışığı
sessizliğe tutunup mazrûfuyla yakılan
göz kapağımda tutsak hayâlin parmaklığı
yakîn arayan rûhun sâbıkası itikâf
birikiyor mülkiyet. sarıldık çepeçevre
kaçmalıyız bulunca bir yolunu şehirden
paslı çivi kerpeten / dar geliyor yerküre
Mehmet Şamil
Ben gitsem derim bir yağmur bir fırtına ansızın
Şehri sel alır günlerden belki çarşamba belki
Kendine yeni bir ad arayan zamanın bir dilimi
Meteoroloji bir rüzgârgülü daha diksin çatıya
Havada bulut bildiklerini unut kalbini korkut
Çok cesurum deyip zırhlar giyinmeler hâlâ
Orta Çağ’dan bir şövalye müzesini şaşırmış
Rastlarsan bir navigasyon açıver sevabına
Yaşamak bir oyun sandığı cevizden çakılmış
Eski ustalara da aşk olsun o ne nakışlar öyle
Çıraklar yeşili unutmuş derin uykularda gafletle
Renksizliğe uyanabiliriz karıp gecenin kökünü
Saramago’nun körlük dediği okumadın mı yoksa
Kök bilgisi atalardan tevarüs edilmeyince zordur
Kaynar bir kazana daldıralım parmaklarımızı
Kuytulara asalım her birini kıskansın gökkuşağı
Görüp papağanlar tüyler döksün ne hünerler
Cengizhan Orakçı
Okşanan gururumla, körpe inadımla
Terk ediyorum kumumu şimdi
Şu kopuk halatla, zembereği kırık pusula şahit
Buraya Tarık Bin Ziyad için geldimdi
Yemenimin içi boş, küfem kırık
Yüreğimde ince bir yer incindi
Böyle bitemezdi böylesi çok yazık
İncinmiş bir aşka köle bile olmadımdı
Miçolar aklını kaçırdı, tayfalar hasta
Yangınlar ve yanılgılar var aramızda
Haritamı kurtlar yedi, kaybettim menzilimi
Rüzgârın nefesinde bir soluk gibi dindimdi
Kaan Eminoğlu
- bakın işte bu gelendir!
o yoldaki benim
açığı koyudan yalancıyı yalanından
gölgeyi utanan baştan yerin kaç kat derinine
bir kapı vardır aklımda işte bilmem başka bir
üç dakika on beş saniye buradan eşiğe varışım
çok adım çok adım çok adım
yankısı: çok adım çok adım çok adım
yürüyelim
yürüyelim ama ya beklemiyorsa
ya da beklemiyorsa
ihtimal eşiğin arkası:
koşup durmaktadır bütün yankılar
işte, yıkıntılar içinde
Meryem Kılıç
muazzam kalabalık aniden hipermetrop
nefes alan ölüler harfleri erteleyen
uçurumdan düşerken gelen U dönüşleri
düşünün haykırmaya hep işaret bekleyen.
çirkinleşti gövdemiz aşk düşüyor kuraya
kırklar çağıran yazgım kalbim katibim benim
şişedeki mektupla varılmazmış Uygur’a
söz bitmez kilit büyür kekeme öyküsünüz
sitem etmen kanonlar Uygur Türkü müsünüz
M. Tuğrul Çolak
Üçüncü Yeni, 17. Sayı
Konya merkezli çıkan bir dergi Üçüncü Yeni. Gayretli, heyecanlarını derginin sayfalarına yansıtan genç arkadaşlar çıkarıyor dergiyi. 11. Mevlana Şiir Akşamları vesilesi ile gittiğimiz Konya’da yüz yüze tanıştık, hasbihal ettik. Dergileri adına ileriye dair güzel işler yapmak için projeler üretmeye devam ediyorlar. Dergiye emeği geçen herkesi kutluyor, nice sayılara ulaşmalarını diliyorum.
Derginin 17. sayısı “Yaşamak” vurgusu ile çıkmış. Bu konuya temas eden birçok yazı var dergide.
Beklenen
Enes Yaylalı, Yaş Hamak isimli yazısında her şeye rağmen umudu işaret ediyor. Umut varsa yaşamak da var. Elbet beklenen güneş doğacak. Yoksa, bu kadar çaba niye…
“Bizler teknolojik karmaşanın içinde kaybolmak üzere olan ve üstelik yaşadığını zanneden zavallı varlıklardan başka bir şey olamayız. Bir kuşak gelecek, tümü gidecek. Tüm bu teknolojik karmaşaların en faydalı taraflarından da yararlanarak gelecek o kuşak. İşte o kuşağın önüne geçemeyeceklerini bilenler kimi zaman hamaklarla kimi zaman çivilerle susturmaya çalışıyor.
Kısa sözün özeti, yaşamak yaş hamakta yatmaktan farksızdır. İşe yaramaz ve üstelik rahatsızlık verecek olan durumdan da asla muzdarip olmayandır yaşayan.
Asım’ın nesli hayattadır ve Hayy olana hizmettedir.”
Cüzzamlı Ruhlar
Kezban Büşra Şişman, cüzzam hastalığından yola çıkarak ruhların nasıl olup da cüzamlı bir halk aldığını anlatıyor yazısında. Yaşadığımız çağın içimize ektiği tüm acırlın bir yansıması aslında olup bitenler. Önemli olan kendini sakınarak yaşamayı başarmak. Bunların ipuçları var yazıda.
“Cüzzam, tarihte adını sıkça zikrettiren bir hastalık. Türkçemize de yerleşmiş bu isim, “benden cüzzamlı gibi kaçıyor” deriz bizden uzak duran biri olduğunda. Peki nedir bu hastalığı böyle korkutucu yapan şey? Aslında hastalığa sebep olan basit bir bakteri ve çok yavaş bulaşıyor. Çocukluğumda izlediğim filmlerden hafızamda kalan bir sahnedir, cüzzamlılar, bedenlerinde türlü yaralar olanlar, kendilerini hep bir pelerinle gizleyen korkutucu insanlar olarak canlanır gözümde.”
“Peki ama ne yapmalı? Nasıl uyanmalı bu bulutlar üzerinde gördüğümüz tatlı rüyadan? Bize kesintisiz bir hazzı vadeden peri masalını nasıl sessize almalı? Bir uyanık tüm uyuyanları uyandırmaya yetermiş madem, uyanık kalan son yanımızla, bir çimdik atıp uyuyan yanlarımıza, duyduğu acıya rağmen, sarsmalı ve indirmeli bulutların üzerinden, çamurlu da olsa yeryüzüne. Ve en çok da fazlasıyla kendine yönelmiş gözlerini çevirmeli insan, konfordan çok uzak, imkanları kısıtlı, karnı aç, ayakları çıplak çocuklara, dininden dolayı eziyet çeken dünyalılara, zulüm ve çaresizlik girdabında sıkışıp kalan mazlumlara... İşte o an, gerçek, bir şamar gibi çarparak, uyandıracak uyuyan ruhlarımızı.”
Yaşamak ve Kudüs
Birbirini ne kadar acıtan iki kavramdır yaşamak ve Kudüs. Ağır ağır inen kara bulutlar varken ve silahların gölgesi bir nefesin tam ortasına gömülürken yaşamak ne kadar da ağır gelir müminin kalbine. Dilara Meva İlhan’dan duygu ve bilinç yüklü bir Kudüs yazısı. Dua niyetine.
“Yaş, yaşam, yaşamak. Bu kıymetli ve meşakkatli kelimeleri yazınca aklıma şüphesiz sabır ülkesi Filistin gelir. Çünkü orada hala küçük, büyük zamanı durdurmuş Hanzala'lar vardır yaşama tutunmaya çalışan. Her türlü iftiraya, dayağa, tartaklanmaya, öldürülmeye, küçük düşürülmeye çalışılan bir ülkedir aslında Filistin. Ülkedir diyorum ama ülkeden geriye sadece birkaç küçük şehircik kalakaldı etrafı işgalcilerle, telli duvarlarla çevrili.”
“Mescidi Aksa takkesini takmış düşünceli düşünceli, alev alev yanan ağaçlarına aldırmadan küçük büyük mücahitlerin ölü bedenlerine bakıyor. Sizce yaşam böyle bir şey mi? Her an bomba gelme tehlikesiyle aileni korumak için uykusuz kalmak mı? Birkaç saniyeliğine uyuduğun için gözlerini enkaz altında açmak mı? Enkaz altında kaldığında ailemden en azından biri yaşıyor demek mi yoksa enkaz altında onlara konuşmaları için yalvarmak mıdır? Bence yaşam, emperyalist devletlerin iki dudak arasında kaldığı müddetçe ortada ne insanlık ne de yaşamak diye kelimeler kalacaktır.”
Namık Kemal
Kemal Esenkaya, Namık Kemal biyografisi ile Üçüncü Yeni’de. Mutlaka tanınması gereken isimlerdendir Namık Kemal. Disiplini, Türk edebiyatına kattığı değer ve eserleriyle açtığı yol, onun adının anılması için sadece birkaç sebep.
“Asıl adı Mehmet Kemal olan Vatan Şairimizin şiirlerini okuyan ve dedesinin de arkadaşı olan, hicivleriyle tanınan şair Binbaşı Eşref Bey; Mehmet Kemal’e ‘yazıcı’ anlamına gelen ‘Namık’ ismini vermiştir.”
“Eleştiri türünde de eserler veren Vatan Şairi’nin sert kaleminden birlikte yol aldığı arkadaşları da nasiplerini almışlardır. Ziya Paşa’nın Harabat adlı eserini Tahribi Harabat adını verdiği eseriyle eleştiren Namık Kemal, o dönem ‘Harabat ve Tahribi Harabat Kavgası’ olarak anılan olayın başkahramanlarındandır. Tahribi Harabat adlı eserinin en meşhur cümlesi; eski Türk edebiyatı antolojisi niteliğindeki Harabat’ın yazarı, eski arkadaşı ve Sultan Abdulaziz’e yaranmak için eski edebiyat taraftarı olduğunu düşündüğü Ziya Paşa’ya hitaben: ‘Eskiyi hortlatıyorsun oysa onu beraberce gömmeye azmetmiştik.’ cümlesidir.”
“Namık Kemal bazı gazetelerde; halk dershanelerinin açılması, kız çocuklarının okutulması, Fransızca eğitim yapılan tıp fakültesinde Türkçe eğitime dönülmesi gibi konularda sürgünlerine sebep olan yazılar yazmıştır. Şark Meselesi üzerine yazdığı bir makale ile sürgün yılları başlamıştır.”
Sahi “Yaşamak” Neydi?
Üzerinde düşünme gereği hissetmeden yaşayıp gidiyoruz. Hayatın kendine has bir felsefesi var. Dur, dinlemek, anlamak gerek. Musa Yaşaroğlu, yaşamak kavramının derinliğine nüfuz ediyor yazısında. Bilmek ve yaşamak üzerine notlar var yazıda. Farkında olmaya dikkat çekiyor Yaşaroğlu.
“Doğduğu anda ağlamaya başlayan bebekler için “aslında gurbete düşüşüne ağlar, zira insanın asıl yurdu ahirettir” düşüncesine sahip nice insanlar tanıdık. Kimisi gerçek anlamda bir inançla bağlıdır bu düşünceye kimisi ise inanmak istediği için. Her şartta da insanoğlunun “yaşamak” fikrine baktığı yeri göstermesi açısından bu fikir iyi bir gösterge sayılabilir. O yüzden de Meriç’in ifadesi hepimizde karşılık buluyor.”
“Diyeceğimiz o ki “yaşamak” bahsinde bütün mesele, nereden ve nasıl baktığımızla ilgilidir. Bakmakla görmenin bir olmadığını bilenler için de yaşamın nedenini ve niçinini kurcalayanlar için de hakikat budur. Nasıl ve ne için yaşayacağımıza biz karar verecek ve ancak o zaman kendimize bir yol çizeceğiz. Tabi geç kalmamak gerekir! Kum saatinde akan kumların durma ihtimali var belki ama zamanın durma lüksü yok.”
Dünyadayım Ve Bunun Çaresi Yok!(Mu?)
Melile Zümra Serdengeçti böyle soruyor yazısında. Hayatı, kendini, bulunduğu yeri, gideceği noktayı ve daha birçok ayrıntıyı sorgulayan bir hesap var bu soruda. Sık sık insanın kendisine sorması gereken sorulardan biri bu.
“Zamanın içinden cımbızla sonsuzluğu ayırmak; sıkışan bir göğüste daimîliği pekiştirmek... Sürekli olanı, değişmez olanı, artık uğramayacak bir acıya tercih etmek, yaş aldıkça boğazına yapışan hayatın münzevi düzleminde, düzgün aralıklarla uzayan bir ağacın köklerine tutunmak... Öyle sayıkladığım ve mahmurluğuna tutulduğum yaşamak iddiasına neden gülüyorum? Beceremediğimden mi? Oldukça mesafeli durduğum, dibine kadar ona boyandığım gerçeğini bir çırpıda inkâr edecek değildi. Devamı gelmeyen cümlelerde boğulmanın dipsiz uğultusunda gerçeğin ne demek olduğunu hayal meyal anlayarak geçiyor ömrüm. Bu bir, sıkışıklık hâleti. Daralmaya devam eden çemberin içinde kaslarını gevşeterek yaşama tutulma. Beceri üslubu, ne kadar başarısızlıkla sonuçlansa da halen dünyadasın ve bunun bir tedavisi yok.”
“Kendime gelmeyi, kendimden daha çok istediğim bir durumda, dünyadayım ve bunun çaresi yok. Zamana hükmedemeyene mezar nasıl sahip çıksın? Çıkıyordu işte, toprak eninde sonunda yutuyordu bir şeylerin farkında olanı veya olmayanı. Bunun hesabı, kitabı vardı da inkâr etmek, daha kolayına kaçtı insanoğlunun. Toprak ötesini bilmemek ve hayatı günü gününe yaşamak, capcanlı bir ölümdü. Ölümü doğuran bir ölüm... Bilmekten kaçmak değil belki de. Bilerek kaçanların da olduğu gibi, koşulsuz bir bağlanma. Anlatırsın, anlatırsın da dünyanın ruhlarda açtığı kalın çeper, bir türlü yırtılmaz.”
Üçüncü Yeni’den İki Şiir
Saçım bir ağırlığı kaldırmaz,
Makas mı yok, delirmek mi nedir?
İçimi her daldırdığımda bu kuruluğa,
Nedir bu yangın ki sorarım.
Sen misin kanlı ateş?
Duyamıyorum.
Olunmazlar ki bir gece vakti çoraklanırken kente.
Sönmüş bir baş ağırlığını kaldırmaz ceset.
Kuşlar cahil kaldı uçmağa.
Senin yanlış çizilmiş kanatların vardı
Ben sustum.
Mehmet Enes Özcan
Bir ananın sesi yankılandı Doğu’da dün gece
Kalbimde bir ağırlık, kan kokusu geldi önce
Leylak kokusundan bir kan damlası değdi secdeye
La diyordu inleyerek, sesi göklerekarışırcasına
Zulme eğilme, acıya susma, zalimden korkma
La !!!
Kirli postallar gördü bir çocuk
Kirlenmesin diye müjdelerin en güzeli
Anasının baş örtüsünü mabedinin yarasına sardı
Yürümeden bu şehrin çocukları ellerinde taş tutacak çağa,
Konuşmak meselesi başlamadan,
Önce Kudüs ve Aşk diyecek yaşa geldiler
Tur’a çıkalım Ey kardeşim!
Dinsin bu kalp ağrısı Kudüs hasreti hatırına
Kardelen Acar
Teşekkürler kardeşim..gönlünüze sağlık..selamlar olsun...