Ağustos 2021 dergilerine genel bir bakış-1

Orta Öğretimde Edebiyat Dersleri

Karabatak Dergisi, 57. sayısında yine özgün bir dosya konusu ile karşımızda. “Orta Öğretimde Edebiyat Dersleri” konusu, sadece eğitim dünyasının değil edebiyat dünyasının da ilgi alanına giren bir konu. Gençlerin edebiyatla tanışma yaşlarıdır lise yılları. Bu tanışmanın yetkin ellerle yapılıyor olması, aklımızdaki birçok sorunun da cevabını bulmasını sağlayacaktır.

Ali Ural’ın giriş yazısının başlığı; “Yaşasın Edebiyat Öğretmenleri”. Mutluluk verici bir başlık. 

“Edebiyat öğretmeninin uzay üssünde çalışan bir bilim insanından daha hassas bir görevi olduğunu söylediğimde gülümsemeyiniz. İnsana ulaşmaktan daha zor bir şey yoktur. Aya gitmek nedir, kendiyle ve başka insanlarla arasına duvarlar ören insana ulaşmak yanında. Henry Miller’in ilk Dostoyevski okuduğu geceyi hayatının en önemli gecesi sayması bundandı. İnsana ilk adımı atmıştı çünkü.

Rehberlik öğretmenleri daha yükü üstlenmemişken edebiyatla yıkılıyordu bu duvarlar. Kaç edebiyat öğretmeni bir şiirle, bir öyküyle bir romanla talebesinin kalbini güneşten ayıran taşları un ufak etmiştir. Edebiyat bilimini öğretmekten önce bir sanat olarak edebiyatla tanıştırmıştır çünkü öğrencisini. Bilgi hiçbir öğretmenin elinde edebiyat öğretmeninin elinde olduğu kadar dönüşmeye hazır değildir. Edebiyat sanattır, edebiyat bilgisi o sanatı irdeleyecek bir enstrüman sadece.”

Dosyadan Yazılar

Hüseyin Akın

“Edebiyat derslerinin hedeflenen neticeyi vermemesinde edebiyat öğretmenlerinin de payı yadsınamaz. Bunun sebeplerini madde madde sıralayacak değilim. Daha düz bir anlatımla şunu söyleyebilirim: Kimi edebiyat öğretmenlerinin ideolojik yaklaşımı onları gelenekten kopuk bir edebiyat anlayışının savunucusu haline getirmiştir. Divan edebiyatına önyargılı yaklaşım, bir medeniyetin edebî müktesebatını yok sayacak kadar ileri gitmiştir. Edebiyat öğretiminde bu çarpık bakış hâlâ varlığını sürdürmektedir. Edebiyat öğretmenlerinin önemli bir kısmı yaşayan güncel edebiyata karşı ilgisiz durumdadır. İlgi yoksa bilgi de yoktur. Edebiyat dergilerinde ürün yayımlatan isimlerden habersiz oldukları için gençlik yıllarında etkisi altında kaldıkları birkaç şair ve yazarı aşamamaktadırlar. Kendi dünya görüşlerinin dışında yer alan şairleri bilmezlikten ve duymazlıktan gelmeleri yetmiyormuş gibi öğrencileri de bu isimleri tanıma fırsatından mahrum bırakabilmektedirler.”

Serhat Demirel

Son yıllarda Millî Eğitim bünyesinde de diksiyon veya güzel konuşma adıyla bu dersler müfredata konulmaya başladıysa da uzman veya usta öğretici azlığı nedeniyle istenen sonuç elde edilemiyor. “Kendisi muhtac-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede,” sözünü hatırlatacak derecede, kendisi diksiyon eğitimine muhtaç diksiyon eğitmenleriyle sıkça karşılaşıyoruz. Türkçe ve edebiyat derslerinde ise telaffuz ya da genel olarak diksiyon içerikli uygulamalar o kadar az ki… Türk Dili ve Edebiyatı ya da Eğitim Fakültesi mezunu öğretmenlerimizin kahir ekseriyeti ne yazık ki Türkçenin nasıl konuşulduğundan haberdar olmayıp kendi bildikleri doğrultuda bu dersleri vermekte, böylece yanlışlar silsilesi sürüp gitmektedir. Günümüzde Türkçe konuşma kurallarının temelini oluşturan İstanbul Türkçesine hâkim öğretmen bulmak şans oyunlarında ikramiye tutturmaktan çok daha zor!

Banu Akyüzlü

“Edebiyat öğretmeninin diğer branş öğretmenlerinden farklı olarak zamana ve mekâna sınır tanımadan yayılmış olan bir sanat dalını öğretmek sorumluluğu bulunmaktadır. Belli bir yaş grubuna, belirlenmiş ders saatleri içerisinde bu kapsamda bir sanatın tüm incelikleriyle ve gelişim-değişim süreciyle aktarmak elbette mümkün değildir. O zaman biz gençlere ne öğreteceğiz? Dünya edebiyatı mı, Türk edebiyatı mı, edebî türler mi? Edebiyat tarihi mi, güncel edebiyat mı? Türkçeyi doğru ve güzel konuşup yazmayı mı? Bu kadar çeşitli ve kendi içinde zenginliği, derinliği olan başlıkların tamamını öğretme çabası eğitimde en çok şikâyet edilen müfredatın aşırı yüklü olması meselesini karşımıza çıkarıyor.”

Ömer Şen

“Türk dili ve edebiyatı dersi ortaöğretim seviyesinde iki boyutlu değerlendirilmektedir. Türkçe ya da diğer adıyla Türk Dili dersi öğrencilere ana dilini özgün ve özgür kullanabilme olanağı sunarken bazı sınırları da özgürlüklerine engel teşkil etmeyecek biçimde öğrenmelerini sağlar. Edebiyatta amaçlanan ise dilimizin imkânları ile oluşturulmuş şaheserleri tanıyıp eserlerden çıkarımlar yapmak, yaşam döngüsünde yer edinmesini sağlamak, öğrencide sanat zevki oluşturabilmektir.”

Muharrem Dayanç

En basit dil ve edebiyat bahislerini bile girdiğim sınıfların seviye, dikkat ve algılarına göre, öğrencilerin anlaşılabileceği tarzda onlara sunmaya çalıştım. Bunu ne kadar başardım bilmiyorum ama zaman zaman öğrencilerimin takdirini de almadım değil. Otuz yıldan fazla zamandır yürüdüğü yolu tamamlamaya yakın bir öğretmen olarak geriye dönüp baktığımda elbette birçok eksik görüyorum kendimde. İnsan öğretmense kendini tamamlamaya bazen bir ömür yetmiyor. Çünkü bilgi de bilginin aktarıldığı insanlar, zaman ve bağlam da sürekli değişiyor. Dinamik ve sürekli değişen bütün bu unsurlar size de değişmeyi ve gelişmeyi dayatıyor. “Oldum” dediğinizde başka bir eksiğin kapısı aralanıyor.

Dergide yer alan soruşturmadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım

Bence bir ürün ortaya koyarak bunu yapabiliriz. Memurlukta sadece verilen görevler yerine getirilir, fazlası için çaba harcanmaz. Bizim tercihimiz de sınıfta dersimizi anlatıp çıkmak olmamalı. Zihnimizde hep yeni bir şeyler söyleyebilir miyiz derdi olmalı. Yeni kitaplar yayınlanıyor, yeni dergiler çıkıyor. Bunları takip etmek, ilgili öğrencilerimiz haberdar etmek, alanımızla ilgili heyecanımızı hep diri tutmak bizi memur ruhlu olmaktan kurtarabilir. Mehtap Demiröz Harman

Sanatın böyle bir gücü var. Resim, müzik, edebiyat vb. alanlarda yeteneğimiz olmayabilir ama gerçek manada sesini duyabiliriz. Öğretmenler olarak bu sesi duyurabildiğimiz sürece sanatın gücü ortaya çıkar. Gördüğümüz, duyduğumuz, dokunduğumuz belki de tattığımız dokunun ruhumuzda doğru banyo edilmesi, gerçekte hayale kavuşması yol gösteren kişilerin de elinde. Mutlu Ünlü

Hakikat Sağanağında Şiir Çisentisi

Şiire hakikat penceresinden bakıyor Ali Ömer Akbulut. Bu iki zaviyeden önem arz ediyor. Şiir bir hakikati dile getirdiği için şair şiirini kurarken daha hassas bir terazi kullanmak zorunda imgelerin yoğunluğunda. Bir de şiir, hakikatle buluştuğu için bir ağırlığı da beraberinde getirmekte. Sözün ağırlığını ve hükmünü de taşır şiir. Akbulut; bilginin ve ilmin şiirle münasebetinden yolsa çıkarak kaleme almış yazısını.

“Şiir, merakını kendi yurduna [insanlık] ayniyetinden başka yöne çevirirse Kelam’ın esenliğinden mahrum kalır. Varlığı oluşa getirici şefkatli varlık nefesi olan Kelam’ın gönle inişi kesilip söz dille dağılarak ortaya saçılınca var kılıcı sözle insanın arası açıldı. İnsanın hakikatle her dem yine ve insanlığın kutsal ufkunda buluşabilmesi için sözün o ezeli birlikle yeniden dillenmesi gerekiyor. Bu, ancak ilk günkü gibi arı duru ve öylesine yalın bir dilde dillenebilir.”

“Şiir okuyucunun bakışını, görüşünü ele geçiren, okuyucuyu gözünden vuran bir ok gibidir. Bakışan zihnin görüntüleri kesilir, dünya kararır. Şiir oku gözü kör eder. Böylece okuyucu yalnız şiirde, şiirin kendi “içinde” ilerleyebilir artık. Şimdi yalnızca şiir vardır. Şiiri kendi algı dünyasında alımlayan [ve öylece sunan] okur, şiirin dünyasına hapsolmuştur. Christophorus Efsanesi’nde olduğu gibi başka hayatları susturmak üzere kralın emriyle atılan ok, hedefinden “saparak” kralı gözünden vurmuştur. Okur şiirle görebilir bundan böyle, kral artık “kendi gözüyle” göremeyecektir. Çıplak kral artık kördür de. Şiir gözüyle görüş, bakışımdaki bu kör nokta, bu yalın olarak şiirde ve hâliyle kendinde kalış insanın insanlıkla can buluşu, âlemin harikuladelikler yurdu olarak Som Güzellik aynası olması demektir.”

Neden Felsefemiz Olsun ki?

D. Mehmet Doğan, Mustafa Namık Çankı’nın Büyük Felsefe Lügati’nden hareketle “Neden Felsefemiz Olsun ki?” diye soruyor. Özellikle felsefe dili üzerinde duruyor Doğan. Dilin bir temel olduğunun altı çiziliyor yazıda.

“Türkiye’de felsefe yazıcısı kadar felsefe okuyucusu var mıdır? Kanaatimizce yoktur da biz yine de varmış gibi yapalım!”

“Türkçe, 19. Yüzyıldan itibaren batıyla kültürel-ilmî alışverişin genişlemesi dolayısıyla bu dillerden tercüme maksadıyla yapılan yeni ıstılahlarla (terme/terim) zenginleşti. Batıda terminoloji kök dil olarak Latince üzerinden yapılıyordu, Osmanlı bir medeniyet tercihi olarak Kur’an’ın dili Arapça üzerinden ıstılahlar yaptı. Yetmediği yerde Farsça ve Türkçeye başvuruldu. Bu yeni yapılan terimler, nasıl Latince terimler Avrupa’da bütün dillerde müşterekse, İslâm dünyasında müşterek bir terminoloji olarak yayıldı.”

“Düşünmenin temelinde dil, dilin temelinde gramer var ve düşünmek, felsefe yapmak kelimesiz mümkün değil. Felsefe ve Gramer Terimleri Komisyonu, ceberut bir tek parti uygulaması şeklinde kararlar aldı. Davet edilenler, asıl konu ile ilgili olanların fikirlerinin kaale alınmadığını söylediler. Bir on yıl sonra DP devrinde Dil Kurumu yeni bir komisyon topladı. “Bizi kaale almadılar,” diyenler, önceki komisyon gibi hareket ettiler. Bugün piyasada felsefecilerin kullandığı kelimeler çoğunlukla işte bu komisyonların eseridir. Son yıllarda bunlar yeterli bulunmamış, her önüne gelenin kelime uydurması, akademinin alışkanlığı haline gelmiştir.”

Daha önce felsefe dili üzerinde yazdık. Bir yankısı oldu mu? Bu soruya cevap verecek durumda değilim. İşte tam da bu sırada çıkıp geldi Büyük Felsefe Lügati. İsmini, müellifini biliyorduk, fakat eserle müşerref olamamıştık. Öyle anlaşılıyor ki bilmesi gerekenlerin malûmu olmamış, kullanması gerekenler başvurmamıştı; kısacası yok hükmündeydi. Mustafa Namık Çankı’nın ömrünü verdiği lügati ilave ve düzeltmelerle Recep Alpyağıl hazırlamış. İşte Sunuş’un başlığı: “Akademinin unuttuğu ama felsefe dili olarak Türkçenin asla unutmayacağı felsefecimiz: Mustafa Namık Çankı.”

İsmail Kara ile Söyleşi

Rahşan Tekşen, tam anlamıyla arşivlik bir söyleşi gerçekleştirmiş İsmail Kara ile. Hayata, kitaba, okumaya, yazmaya dair kıymetli bilgilerle dolu bir söyleşi bu. Özellikle ilim tahsili ve okumak üzerine hayat dersi niteliğinde paylaşımları var Kara’nın.

“Benim de zaman içinde gelişen bir hatırat ilgim oldu. İlgimin artmasında sanırım Ali Birinci ağabeyin etkisi olmuştur. Daha ziyade biyografiler için, düşünce tarihi ve dini hayat için, mahalli kültür, Anadolu’nun zenginlikleri, insanımızın kuvvet ve zaafları için hatıratlara, portrelere baktım, okudum, okuyorum. Edebi bir tat alarak, bir roman gibi okuduğum hatıratlar da oldu. Yabancılar arasında özellikle oryantalistlerin ve edebiyatçıların hatıratlarına, otobiyografilerine ilgi duydum. Bir müddet sonra ben de hatırat derlemeye ve kendi hatıralarımı not etmeye başladım. Kutuz Hoca’nın Hatıraları böyle ortaya çıktı, iki portre kitabı Sözü Dilde Hayali Gözde ve Dağ Ne Kadar Yüce Olsa bu ilgiler sayesinde yazıldı ve yayınlandı. Başka hazırlıklarım ve düşüncelerim de var. Ama esas işim bu olmadığı için istediğimden az vakit ayırabiliyorum.”

“Aynı anda birkaç çalışmayı yürütmek biraz mizaç biraz da çalışma tarzı meselesi. Benim okumalarım da öyledir, birkaç kitabı birlikte okurum. Talebelerime de onu tavsiye etmişimdir; günlük hayatın akışı içinde hem bir akademik yahut fikrî kitap hem de bir edebiyat, sanat eseri, bir hatırat, bir dinî metin okuyabilirsiniz, okuyun. Benim için bu biraz da zaruretti. Yakın senelere kadar yoğun bir çalışma tempom vardı, birkaç işi birlikte götürüyordum; çalışmalarım, okumalarım, notlarım onların arasında dağılıyordu. Üsküdar vapurlarında çok kitap okumuş, çok notlar almışımdır. Ama vapurda da her kitap okunmaz, çantanızda her şarta ve mekâna uygun kitaplar, kafanızda problemler olması lazım.”

“Benim kitaplarımın kaderi ortaya çıktıktan, basıldıktan sonra da devam eder. Dışardaki, okuyucuların nezdindeki devamından bahsetmiyorum elbette, bendeki devamından… Çalışma tarzı olarak yazı ve kitaplarımı yayınlandıkları gibi bırakmaya razı olmam. Benimle birlikte onlar da gelişir, yenilenir, ilâveler alır, iyileştirmeler görür, kemâle doğru seyreder. Bu yorucu bir şey, hiçbir şey tam bitmiyor çünkü ama aynı zamanda zevkli ve terbiye edici. Sürekli ayna önünüzde…”

Gözdağları ve Menekşeler!

Hasan Akay, buram buram Kudüs kokan bir yazı ile Karabatak’ta. Mahzunluğuyla, sessizliği ve dağlarına düşen gülleri ile Kudüs’e selamlar ve dualar gönderiyoruz.

“Tarih yeniden canlanıyor, yeniden yaşıyor sizinle. Ve siz artık izler görüyorsunuz bu taşlardan dünyanın bütün taş parçalarında! Ay parçası çocukların avuçlarında kanlı taş parçaları!.. Dermansız yaşlıların kollarında, uyluklarında... Parçalanmış genç alınlar, taş parçalarında. Yiğit delikanlıların kelepçeli dileklerinde! Örtüleri çekiştirilip itilmiş kız çocuklarında! Savunmasız mümin annelerin ezik yüreklerinde!

Artık siz kolay kolay zeytin yiyemezsiniz! Filistin’den, Kudüs’ten geliyorsa… Hurmaya ‘hurma!’ diyemezsiniz! Ve Zeytin Dağı’nı asla sevemezsiniz. Zeytin gözlülere yasak çünkü o dağ! Kurumuş göz pınarları, kan damarları! Bu dağ sevgisiz! Bu dağ göz dağı!..”

Pragmatizme Karşı Kulluk!..

Ali K. Metin, iman ve kulluk arasındaki hassas çizgide insanın dünyadaki durumunu ve yerini tayin eden bir yaklaşımla eğiliyor konuya. İman etmenin gereği ve kulluk bilincine dair notları var Metin’in.

“Fıkhi kapsamının dışında olmak kaydıyla söylüyorum: İman ve kulluk birbirinin olmazsa olmazları. İman kulluğun bilişsel bir şartı ise kulluk da imanın ontolojik zorunluluğudur. İkisi arasındaki ontolojik bağın kopartılması, her şeyden evvel imanı kültürel boyutuna dolayısıyla verasete dayalı, taklidi bir realiteye indirgemekle eşdeğer bir nitelik taşır. Buysa imanı ve kulluğu sahip olduğu bütün değerlerden boşaltacak bir aymazlık olduğu kadar, aynı zamanda entelektüel profesyoneller tarafından kullanılan bir tuzaktır da.”

“Kulluk nihai anlamda tekilliğimizle mukayyettir. Sahip olduğu değişim, dönüşüm potansiyeli bu anlamda ontolojik bir nitelik taşır ve devrimci bir karakter kazanması işten değildir. Hatta devrimci bir karakter kazanamıyorsa eğer; bu onun ya ontolojik zayıflığından ya da tevhidi açılımlar (mütekabiliyetler) için gerekli zihinsel, entelektüel yeterliliği gösterememesinden ileri gelir. Bunun sonucunda Selefiliğe değilse bile pragmatizme ram olmayı enikonu normalleştirdiğimiz ortada.”

“Kulluğu, Allah’ın buyruklarını en doğru şekilde anlama ve yaşama gayretiyle tanımlamanın pek de kâfi olmadığını yaşadığımız dünya ahvaline bakarak bugün daha kolay söyleyebiliyoruz. Kulluğun her şeyden öteye bir özgürleşme yolu ve imkânı olduğunu şimdilerde daha iyi kavramak gerekiyor. Kulluktaki teslimiyet bilinci, bir taraftan sınırsız ve maneviyatsız dünyevileşmeye diğer taraftan her türlü tahakküm ilişkisine karşı özgürleşmenin bir teminatı haline geliyor. Olan’a karşı başka bir dünyanın mümkün hale gelmesi, getirilmesi konusunda bizi varoluşsal bir sürecin öznesi olmaya çağırıyor.”

Karabatak’tan Öyküler

Zeynep Emirdağ - Mumya

Taksiden inmesiyle birlikte balo salonunun önündeki kalabalığın bakışları üzerine çevrildi. Yüzü dahil bütün vücudu bandajlıydı, kıyafet balosuna mumya kılığında katılıyordu. Üstelik taksiden yalnız inmişti, sırtlarına iskambil kâğıtları yapıştırılmış kupa kızları mumyayı baştan aşağı süzdükten sonra kendi aralarında fısıldaşmaya başladı. Kadın mıydı yoksa erkek mi? Yapılı vücudu ve uzun boyuna bakılırsa daha çok bir erkeğe benziyordu. Kupa kızlarından birisi arkasından seslendi;
“Bekleyin, içeri bu şekilde giremezsiniz. Önce biletinizi görebilir miyim?”
Mumya tok bir sesle cevap verdi, tam da kızların tahmin ettiği gibi bir erkekti bandajın ardındaki.
Ben, Kral II. Ramses’im, bilete ihtiyacım olduğunu zannetmiyorum.”

Mumya, dans eden ölülerin neşeli tavırlarını hayretle izlerken, garsonlardan birisi yanına yaklaşıp çerez tabağı uzattı. Ölü olduklarını düşünmekte çok da haksız sayılmazdı aslında. Çünkü salonu dolduran kişiler ya tarihin tozlu raflarından fırlamış bir ünlü ya da film veya romanların can verdiği kurgusal karakterlerdi. Sıkıcı ve kasvetli bir mezarda yıllardır yatıyormuş da yeniden özgürlüğüne kavuşmuş gibi mutlulukla çalan şarkıya ritim tuttu. Bandajlarını çıkararak gençlerin danslarına eşlik etmek geldi içinden.

“Napolyon, Sezar, korsanlar, cadılar, kırmızı başlıklı kız, kurt ve Nefertari’nin bulanık yüzleri başının üzerinde dönüp duruyordu. Sezar ve Napolyon karnını tekmelerken Mumya, iyiden iyiye bitkin düşmüş, tek elini havaya kaldırarak yardım istese de karşılık bulamamıştı. Korsanlardan birisi mumyanın yüzünü açmaya çalıştı, fakat zamkla yapıştırılmış kadar sağlamdı bandaj.”

Şafak Çelik - İşkenceci

Duvarda rastgele asılmış gibi görünen örtüler var. İlk başta bunları pencereleri kapatmak için astıklarını düşündüysem de ışığı ve karanlığı belli etmediklerini gördüm. Bu örtülerin arkasında pencereler varsa bile gazete kâğıtlarıyla kaplanmış olmalı. Renkli, resimli, kalın punto manşetli, köşe yazarları -bir vesikalık fotoğrafı mutlaka olmalı- her sayfada olan; futbol, magazin, ekonomi, gezi, kültür-sanat, fal ve tabii politika! Her gün çıkan, merakla alınıp bakılan, bakılır bakılmaz eskiyen; değersizleşen, anlamsızlaşan, sarı saman kâğıtlar. Mutlaka bu pencereler -hem de iki kat- gazete kaplanmış olmalı yoksa dışarıya dair bir iz fark edilirdi.

Tabii insan düşünmeden edemiyor. Bu şiddetin, sorgunun; bu talihsiz olayın neden gelip beni bulduğunu düşünmeden duramıyorum. Ve tabii nasıl biteceğini de. Neden böyle bir şeyi Allah bana reva gördü, neden diğerleri beni merak etmiyor, üzülmüyorlar mı! Yardım etmek için bir plan yaptılar mı mesela? En azından bir süre konuşmuşlardır kendi aralarında. Birkaçı birleşip bir toplantı düzenlemiştir. Başına ne gelmiş olabilir, neler yapabiliriz, arama-kurtarma için ekip oluştursak, en son görüldüğü yeri tespit edelim…

Etraf çok sessiz. Bugün yemek gecikti sanırım. Bu da işkencenin bir parçası olabilir. Ellerimi çıkarsam, ayaklarımdaki bağı çözsem, koridora çıkıp baksam; belki yan odalarda yiyecek bir şeyler vardır. Ya da benim gibi birileri. Belki birlikte bir şeyler yapabiliriz. Eminim ki yan odaya geçsem kaçmaya çalıştığımı sanıp beni kesin öldürürler. Oysa niyetim kesinlikle bu değil. Sadece biraz hava alıp hareket etmek istiyorum. En iyisi oturmak. Bekleyelim bakalım. Mutlaka birileri gelecektir. Acaba seslensem mi? Belki seslensem, izin istesem; bu küçücük sandalyede oturmaktan yorulduğumu, epeydir aç olduğumu, kimsenin gelmediğini, beni unutup unutmadıklarını sorsam… En azından hoparlörlerden bir cevap gelir, değil mi?

Seyhan Cin - Şapkayı Tutan Adam

Normal şapkayı her yerde bulabilirsiniz. Oysa yarım bir şapka için, size gelmesini beklemekten başka çareniz yoktur. Bu tür şapkaların, bir satıcısı olurdu. Gerçekten bir kişidir bunu satan. Hatta satmaz bile. Dilediğine verebileceği türdendir bu. Elinde birçok şapka vardır. Vereceği kişiyi gözüne kestirdiğinde, alıp almayacağına bakmadan geçirirdi başına. Sormadan verdiği için, sormadan alırdı. Kimse de anlamazdı ne aldığını. Yarım mutluluk, hüzün, biraz da melankoli olurdu para üstü. O bunlara razıydı. Çünkü biliyordu, yarım bir şapkanın, pistten edeceğini onu. Bu yüzden aramaya çıktı: Şapkayı tutan adamı.

Karabatak’tan Şiirler

geldi dediler hatırlatmak farz oldu ağaca çiçeği

baltayı gösterdiler o korkunç ışıltıyı kalbine

düşürüp salomenin tepsisini ellerinden

korkuyla verdiğin meyveyi yiyecekler

elele tutuşup göğe karışsınlar buharlaşarak

dökülürken ‘uyan’ kelimesinin bebek dişleri

tellerini koparıp assalar dallarına sazın

tek nota çıkmaz devam et uykuna

yenmez baltayla korkutulan ağacın yemişleri

A.Ali Ural

kelimenin ham gövdesine meydan okuyor

harflerin macerası uzayıp gidiyor dizeye

elbette sıkıştı yaşamak dünya çok dar

birçok çarenin unutulmuşluk hissi var

çareyi bile bile yanmaktan yapılmış gövdeler

büyüttü gökleri gittiğin yerlere kadar

geceyi nefessiz bırak sabahı genişlet biraz

göz açıp kapayana kadar geçen zamana

ey kudüs!

neden koca bir ömür dedik diye yaz

yerin derinleştiğini haykıran canlı bir ses

o patırtılar, ölüm indeksleri, yaşanan bahar

o canhıraş, o yaşayanları yaralayan yarım bırakan ses

gökleri tanrı sanan kıyameti anlat biraz

Adem Yazıcı

ey tekinsiz gülüş uyuttum seni

bir şey kalmadı, dediğimsin

konu ve örtülen kapı

bu elimdeki çizgi

neye baktım bilmeden

nasıl akşam, boyacı fırçasını vurur

dinlemek rengi alıp sular, ne isterdin söylemek

susmak bir kılıç aramızda, onu biz keselim

söz mü şerhin dudağını gizler mühürden

Ahmet Akarsu

tövbesi kabul olunmuş elli gün sonra, ne güzel

dünyada bağışlanmak diye bir şey var insanları çekerek omuzlarından

sepete açlığını doldurup şehre salanlar demiri eğeceğim derken

bir haberci kuş uykudayken yani uykulu bir sahne

bu sahne uykulu

kızgın heyecanı yabancı omuzdan akıtmak var

sözlük vazgeçmek diyor tövbe için, bu benim için de öyle

sözlük geçit diyor köprü için

buz kütlesinden yonttuğum köprü için

çoğu zaman burası aklımda çoğu zaman

üstünde kat kat örtülerim için bu dünya için

Meryem Kılıç

İbrahim’i beklemek yerleri mühürlerdi

Bir ölüyü, taşkızılı kuşunu

O gün yağmur, bugün göç

Mabed yapraklarını

Geç kalırdı otobüsler
İbrahim’in incileri, atlılar

Akşamlar ve babalar

Onun için üzülürdüm


Kaybolur, bunca savaş içinde

Bunca zaman, milattan kaç yıl önce

Şehir,İbrahim, bir yığın atlı

Ben durur, ona üzülürdüm

Betül Aksakal

sizin bilmediğiniz ne çok şey var hem bildiğiniz gök mavi değil

mor bir halka bileklerinizde siz onu görmediniz

insan insana sığmıyor görmediniz

neden rüzgârı suçlayan yok onca savurduğu bizi

hep suçluyum annemin gözünde

hep bir kederli asi masmavi gök damımızda

uzatarak ayaklarını havadan sudan konuşur gibi

ey ahali ey binbir gece masalları

varlığım kaygıyla dolarken, ne korkunun ne hırslarımın

kurbanı oldum

cenge tutuşurken zaman gök kubbede

andaç bir bengisudur güzün ölümsüzlüğü

dinç yağız koca bir dünya koşarken ardından

sen değil miydin bütün güzelliğinle baş döndüren

yakıp kavuran bizi

Filiz Eneç

Fadiş 50 Yaşında

Türk Edebiyatı Dergisi, bir vefa örneği olacak kapağı ile çıkardı 574. sayısını. Bu tarz yayınlar Türk Edebiyatı’nın yayın politikasına da çok yakışıyor. Çünkü vefa, edebiyatı ayakta tutan en önemli değerlerdendir. Değerlere sahip çıkarak ancak geleceği inşa edebiliriz.

Gülten Dayıoğlu’nun ismi ile özdeşleşmiş eseri; Fadiş’in 50. yılı. Türk okurunun büyük çoğunluğunun okuduğu ender eserlerden biridir Fadiş. Dayıoğlu ve Fadiş hakkında Meral Demiryürek’in kaleme “aldığı yazıdan paylaşımlar yapacağım. Devamı; dergide.

Uzun yıllara dayanan yoğun bir emeğin sonucunda Türk edebiyatına “çocuk edebiyatı” kavramını kesin bir biçimde yerleştiren isimler arasında başı çeken Gülten Dayıoğlu, üretkenliğini hiç yitirmeden yazmayı sürdürüyor. Yazarın artık klasikleşen çocuk kitabı Fadiş, 1971 yılında yayımlandığından beri kesintisiz olarak okunuyor. Onun için üç kuşağın kitabı demek mümkün artık. İçinde bulunduğumuz 2021 yılında Fadiş’in 50. yaşı ve 100. baskısı kutlanıyor.”

“Bazı yazarlar adlarıyla özdeşleşen eserlerle belleklere kazınır. Gülten Dayıoğlu ile özdeşleşen eser ise Fadiş’tir. 86 yaşındaki yazarın yaşından daha çok eseri olsa da Fadiş’in yeri ayrıdır. O küçük kız, her zaman hatıralarda. Geçen elli yılın sonunda unutulmayanlar arasında yerini aldığına göre Fadiş’i diğerlerinden farklı kılan bazı özellikleri olsa gerek. Bunların neler olabileceğine dair akla gelenler arasında romanda yazarın hayatıyla benzer yönlerin bulunması ve çoğunluğa hitap eden yapısı sayılabilir. Nitekim Gülten Dayıoğlu’nun babası ve annesiyle ilgili bilgiler Fadiş’inkiler ile örtüşür.”

“Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Vakfı” ile çocuk edebiyatının nitelikli bir biçimde gelişmesine destek veren Gülten Dayıoğlu, vakıf kurmasının sebebini “Çocuk ve gençlik edebiyatı eski hâllerden arınıp durunarak pırıl pırıl ortaya çıkacağı yerde giderek ne oldu biliyor musunuz, bu tür kitaplara ilgi artınca, bunu bir kâr metaı olarak algılamaya başladılar ve çeşidi artırma, birbirini aşma telaşına düştüler. İşte böyle bir durumda vakfın tam zamanı geldiğine inandım. Bu furyanın içinde ne yapabiliriz? Nitelikli çocuk kitabı yazmaya destek verelim, görüşüyle vakfı kurduk.” cümleleriyle açıklar. Nitekim Vakıf 2007 yılından beri her yıl Gülten Dayıoğlu’nun doğum günü olan 15 Mayıs’ta “[n]itelikli çocuk ve gençlik edebiyatı eserlerinin yaygınlaştırılmasına, Türkçemizi doğru ve yalın kullanan yeni kuşak yazarların yetişmesine katkı sağlamak amacıyla” ödül veriyor.

“Sahici Bir İkinci Yenici” Tevfik Akdağ

İkinci Yeni’ye tam anlamıyla vakıf olmayanların bileceği bir isim değil Tevfik Akdağ. Birçok ismin gerisinde kalmış ama Ece Ayhan’ın deyimiyle; Sahici Bir İkinci Yenici.” Ebru Özgün, Akdağ’ı anlatıyor yazısında. Anılar ve şiirler eşliğinde Akdağ’ın şiir dünyasına giriyoruz. Elbette yanımızda İkinci Yeni şairleri.

“Ece Ayhan’ın 27 Mayıs 1995 tarihli röportajındaki “Tevfik Akdağ sahici bir İkinci Yenici’dir. Nedense adı geçmez, böyle bilinmez.”1 sözleri, kuşkusuz Akdağ’ın (1932-1993) Türk şiir tarihinde kadrinin bilinmeyişine, bilinmesi gerektiğine işaret ettiği gibi edebiyat sahasında yapılan çalışmaların belli odaklar üzerinden yürümesinin de yergisi gibidir. Tevfik Akdağ hakkındaki bu ifadelerin, İkinci Yeni’nin hemen herkesi beğenmeyen, belki de en uç, en ayrıksı şairi Ece Ayhan’dan gelmesi bu anlamda dikkate değerdir.”

“İkinci Yeni’nin tartışılmaya başladığı yıllarda, dönemin önde gelen dergilerinde şiirlerini yayımlar. Aklından kitap çıkarmayı geçirse de sonra bundan vazgeçtiğini, şiirlerinin nerede olursa olsun yayımlanmasının kendine yettiğini ifade eder. Gerçekten de şiirlerini yayımlamak için yaklaşık on yıl kadar bir sürenin geçmesi gerekmektedir. İlk şiirlerini 1953’te Varlık’ta yayımlamasının ardından otuz sekiz yılda üç şiir kitabı çıkarır.”

“Tevfik Akdağ’ın özellikle ilk şiir kitabında, İkinci Yeni’nin aşırı uçlara varan uygulamalarına rastlansa da çoğunlukla dengeli bir yapı izlediği; İkinci Yeni’nin söylem biçimi ile toplumcu gerçekçi şiir anlayışının içeriğini birleştirerek yeni bir senteze gittiği ifade edilebilir. Akdağ, slogana yaslanan, güdümlü, tek bir ağızdan çıkıyormuş hissi uyandıran, bildiriye dayanan şiir anlayışından yana olmadığını özellikle belirtse de şiirlerinde toplumsal duyarlılıktan uzak kalmadığı görülür.”

Anar: Azerbaycan’ın Edebî Sembolü

Ne zaman Anar’ın ismini duysam, okusam; hemen içimde Yavuz Bülent Bakiler’in “Azerbaycan İçimde Bir Şahdamardır” şiiri çınlar durur.

“Türk’ü Türk’ten başka şimdi kim anlar.
Yaram derin, merhemim yok, vaktim dar
Bir destan yazar gibi yaz beni Anar!
Duy beni Bahtiyar! Duy beni Şahmar!”

Pervin Nuraliyeva, bir edebi sembol olarak Anar’ı anlatıyor yazısında. İçinde bir denizin dalgası gibi dalgalanıp duran kardeşlik türküleriyle… Memleket, şair, toprağının sesi olmak kavramları eşliğinde kaleme alınmış bir yazı bu.

“Yıllarını Sayan Anar, adlı kitap hem Azerbaycan hem Türk hem de Rus asıllı, nüfuzlu ve önemli görevlerde bulunan yazar, şair ve ilim adamlarının yazar hakkındaki makalelerini ve düşüncelerini birbiri ardınca okumaya fırsat veriyor... Bu kitaba dikkatimi en çok çeken şey; daha Sovyet devrindeyken Anar ve eserleri hakkında yapılan detaylı tahliller... Yazımın başında dile getirdiklerimi bir kez daha tekrarlıyorum: Bu makalelerdeki ortak hüküm, Anar’ın Azerbaycan kültür ve medeniyetinin sembolü olarak kabul görmesi... Elbette, o yıllarda genç bir yazar Anar, o zaman merkezî yönetimin başkenti olan Moskova’dan bakıldığında ittifakın bir parçası olan Azerbaycan’ın, Bakü’nün yazarıydı. Onun eserlerinden beklentiler de farklıydı. Bu eserde objektif bir bakış açısıyla kaleme alınan makalelerin her birinde Anar’ın eserlerinin olağanüstü bir yetenekle yazıldığından, çeşitli yorumlara yol açtığından bahsediliyor ve yaratıcı eserler vermeye yeni başlayan bu genç yazarın geleceğine dair beklentileri de ifade ediliyor. Özellikle Ak Liman, Mecal, Beş Katlı Evin Altıncı Katı adlı eserleri Sovyetler Birliği, hatta dünya edebiyatı bağlamında tahlil ediliyor... İşin ilginç yanı ise Azerbaycan, bağımsızlığa adım adım yaklaştıkça ve bunu elde ettikten sonra, yine aynı nüfuzlu ve önemli görevlerde bulunan yazar, şair ve ilim adamları Anar’ın yazılarını ve eserlerini merakla bekliyorlar. Elbette Anar’ın bütün bu hadiseler hakkında ne düşündüğünü, onun bu hadiseleri hangi bakış açısıyla değerlendireceğini merak ediyorlar...”

“Anar’ın şahsiyeti, yaşantısı ve işlediği mevzular arasında fasit bir daire oluşuyor... Anar bu konuda tamamen özgür değil, diye düşünüyorum. Gündemin, tarihin, özel hayatın, bir yere gizlenmiş endişelerin hatta sevinçlerin de diktesi var... Böylece yazar, en doğru çıkış yolunu bulmuş bence.”

Necîb Mahfûz’u Hatırlamak

Necip Mahfûz aramızdan ayrılalı 15 yıl oldu. Yazdıklarıyla, ait olduğu coğrafyanın sesini dünyaya duyurmadaki ustalığı ile unutulmaz bir isim Mahfûz. Musa Yıldız, Necip Mahfûz üzerine çalışmaları olan bir isim. Yıldönümü vesilesiyle bizlere ince detaylar eşliğinde anlatıyor büyük yazarı.

“Mısırlı, Nobel edebiyat ödülü sahibi Necîb Mahfûz’u vefatının 15. yıl dönümünde rahmetle anıyorum. Akademik hayatımın ilk basamakları olan yüksek lisans ve doktora tezlerimi onun hayatı, kısa öyküleri ve sembolik romanları üzerine yaptım. Ülkemizde Necîb Mahfûz ile ilgili ilk lisans üstü çalışmayı yapma şerefine de nail oldum.

Bizzat kendisiyle Kahire’de yaptığım röportaj sırasında anne tarafından Türk asıllı olduğunu söyleyen Necîb Mahfûz, 11 Aralık 1911’de -sonraları birçok roman ve hikâyesine konu olacakorta tabakadan insanların yaşadığı Kahire’nin el-Cemâliyye semtinde doğdu.”

“Necîb Mahfûz’u en çok etkileyen, ona edebiyatı ve yazmayı sevdiren Mustafâ Lutfî el-Menfalûtî’dir. Lise çağlarındayken Câhiz’in el-Beyân ve’t-Tebyîn, Ebû Alî el-Kâlî’nin el-Emâlî, İbn Abdi Rabbih’in el-İkdu’l-Ferîd isimli eserlerini ve benzeri ansiklopedik eserleri okur. Kompozisyon derslerinde bu kitaplardan bazı güzel cümleleri alıntı olarak kullanır. Bu durum, hocalarının beğenilerine ve takdirlerine neden olur. Eski Arap edebiyatına, daha çok da şiire yönelir.”

“1936’dan itibaren realist ve natüralist eserler okuyan Mahfûz, bundan sonraki dönemde Kafka’da anlatım, Joyce’da psikolojik gerçekçilik, Proust’ta hikâyede zaman değişimi gibi çağdaş edebî konuları okur. Joyce ve Proust hikâye alanında çağdaş edebiyatın direkleri mesabesindedir. Sekiz yüz sayfalık oldukça hacimli ve okunması büyük gayret gerektiren Joyce’un Ulysses’ini, ona Steward Gilbert’in yaptığı şerhi ve Proust’un sekiz ciltlik Kaybolan Zamanın İzinde isimli eserini okuduğunu ifade eder. Mahfûz, Joyce’u tanımak için okuduğunu fakat onu kesinlikle sevmediğini, romanın gerçekte okunacak bir roman olmadığını, çok kötü bir roman olmasına karşılık ortaya yeni bir akım koyması açısından önemli gördüğünü belirtir.”

“Mahfûz’un sembolizme yönelmesinin en önemli sebebi Batı’da yeni roman türünün ortaya çıkması, klasik romanın onun devrim sonrası oluşan Mısır toplumuyla ilgili yeni fikirlerini ifadede yetersiz kalmasıdır. Fakat Mahfûz sadece bu yeni roman türünü Arapçaya taşımamıştır. Onun yaptığı o zamanlar Mısır romanında olmayan fikrî çatışmayı Mısır’a taşımak olmuştur.”

Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler

Süheyla Karaca Hanönü - Çerçeve

“Uzak zamanı yakına, yakın zamanı uzağa taşıyan aklı, ona türlü oyunlar oynuyor; başında, sanki ürkek bir serçe gibi duruyor, birden havalanıp birden konuyordu. Son zamanlarda hepten çocukluğuna dönmüştü. Beş taş oynamaya otururken misketlerimi çaldılar diye çocuk kovalamaya kalkışıyor, çamurdan yaptığı tandırın bacası tütsün diye içinde ot, çöp yakarken çocukluğundan arta kaldığını bildiğim bir tekerlemeyi tekrar ediyordu:

Çıkardım dağlar başına. Broy, broy der gezerdim. Yetmiş karga ayağa kalkardı. Ağa geliyor diye. Bre ağalar, bre beyler! Eliften beye çıktım. Seğirttim köye çıktım. Çobandan kaymak yedim. Ağadan değnek yedim. Değneği kuşa verdim. Kuş bana kanat verdi. Çaldım kanadı yere. Uçup gittim göklere.”

“O boşboğazların arasından bir cümleyle sıyrılacağını mı sandın, baş boşboğaz! Ya, sen adam mısın da nasıl bir adam olduğunu sorguluyorsun? Önce adamlığını sorgula dedim! Dışımdan! Onun o pişmiş kellesiyle birlikte bütün diğer kelleler önce bana sonra benimkinin de aralarına dâhil olmasıyla sayamadığım kelle sayısı kadar kelle ve o kellelerdeki tüm gözler ona çevrildi! Neyse ki ilk defa bir şeyleri anlamış gibi sustular, karşılık vermediler de mevtaya ölüm katılığı bile uğramamışken ayaküstü, bir âşık atışması veya ağız dalaşına benzer bir işe girişmedik!”

Ayşe Tüfekçi - Güllerin Solsa

“Dikkatimi dağıtmak adına gözlerimi yine yol kenarındaki yeşilliklere çevirdim. Manasız bir seyirde akıp giden düşüncelerimi telefonun rahatsız edici sesi dağıttı. Az evvel atılmış olan kulaklık birkaç saniye el yordamıyla arandı ve kulaktaki yerine yerleştirildi.”

“Bir anda arabanın içine dolan bangır bangır müzik sesiyle irkildim. Belki o da dikkatini dağıtmak adına müzikten medet ummuştu. Hemen kıstı sesi. Birkaç kere değiştirdi istasyonu. Manasız, hepsi aynı olan şarkılar değişip duruyordu. Bir kez daha bastı düğmeye ve tanıdık bir tını kapladı ortalığı. Engin, bir an durakladıktan sonra kapattı radyoyu.”

“Dikkatimi dağıtmak adına bu sefer ben dokundum radyonun düğmesine. Aynı anda tanıdık bir ses doldurdu arabanın içini. Müdahale etmedim. Göz ucuyla ona bakıp küçük bir ifade değişimi, ne bileyim bir etkilenme kırıntısı görmeyi bekledim. Başımı camdan tarafa çevirdiğim anda ses kesildi. Kapatmasını beklemiyordum. Bu kadar mı korkuyordu bir sözün, bir melodinin acizliğini ifşa etmesinden?”

Zübeyde Andıç - Vazgeçmenin Ertesi

“Susmanın da tadı yok! Günlerdir güneş bile girmiyordu eve. Perdeleri sıkı sıkıya kapatıp oturuyordum. Kendime misafirdim. Arada koltuğa döktüğüm külleri temizlerken yakalıyordum kendimi. Samsa’yı hatırladım. Bir böceğe dönüşüp uyanmaktan korktum. Hangi zamandan kalma bir gülüş bilmiyorum, belli belirsiz yerleşti bugün dudağımın kenarına. Eve sığamadım, sokağa attım kendimi.”

“Önünden geçtiğim marketin çarşamba indirimlerine takılıyor gözüm. Adıyla değil de fiyatlarıyla şaşırtan marketin kapısını açtığımda çürümüş patates kokusu midemi bulandırıyor. Manav reyonundan uzaklaşmak için hızlanıyorum. Girdiğim gibi çıkmayı planlarken kasiyer kızın yalvaran gözlerle tanıtımını yaptığı çikolatadan iki tane alıyorum. Marketteki kötü kokunun bedeli bu olmamalıydı ama yapacak bir şey de yok.”

“Mesire yerinin köşesindeki prefabrik kulübeden mangal dumanlarına karışmış yüzleri izleyen bekçi, hâlinden memnun. Sefer tasındaki kuru fasulyenin dibini sıyırınca midesinde oluşan sıkışıklığı giderecek soda şişesine sarılıyor. Bense inandığım her şeyin bir kez daha yok olduğunu bir piknik masasının etrafında oturan dört kişiden biri olduğumda anlıyorum. Betül, Sedat… Bunca zaman sonra bugünü bulmuş gelmek için.

Sürülmemiş bir tarla gibiydi yüzüm. Ayrık otlarının gölgesine saklanmış karıncalar doluyor gözlerime. Benim dışımda herkes kaybettiklerinin yasını tutmayı çoktan unutmuş. Burada bulunmamı açıklayacak bir neden yok artık. Çiçeklere su vermem gerek.

Tesadüf, kötü bir şey!”

Türk Edebiyatı’ndan Şiirler

Çağırdı İstanbul

Çağırdı

Yüzyıllarca

Türkçemi

Alfabenin

En ince mavi sesinden

Öpünce

Fatih Sultan Mehmet

İstanbul’u

Göğünden

Denizinden

Ve yedi tepesinden

Başladı İstanbul’da

Türkçemin

En uzun baharı

Mustafa Ruhi Şirin

günün geceye erimi, felsefenin başlangıcı

ay ışığı, gökyüzü

uzak olasılık o derinliğe inmek

ne bilsin melali sanal mekanik

kargaşada doğdun, savaştan ya da açlıktan öleceksin,

mesih hu

bilmem matta kaçıncı bap

tarihi eviren anarşi

İsa’nın yumuşak yanağı

ve devrimin kilometre taşı

duvarlar ki acıların kıyımların manifestosu

aşkın ruhu ihtilaldir

Hamit Oral

Yıllanmış bir şimdinin izahı bu

Tecrübeyle sabit lafzının ayaklarını yerden kesen

Başını göğe erdiren ihtiyar öğütlerin

Bir şimdi ki

Uykuyu göz bebeklerine iliştirmenin saadetini

Diş gıcırdamalarında işitmek

Gibi bir şey

Henüz yaşanmamış kadar gerçek

İş bu mesele

Bir cambazın yere düşen külahı

Gergin ipte yürüyen tekerleğin cesareti

Yahut ateş halkasından sıyrılan

bir kaplan acziyeti

Mert Alihan Karakaş

Teheccüd Ezanı

21 yılı geride bıraktı Ay Vakti Dergisi. Mektep dergi hassasiyeti ile yoluna devam eden dergi, kitap yayıncılığı anlamında da edebiyat dünyamıza birçok eser kazandırdı. Yeni kitapların yolda olduğunun da haberini veriyor dergi.

15 Temmuz hassasiyeti olan bir giriş yazısı ile başlıyor dergi.

“Bu millet dinine, ezanına, namusuna, vatanına, bayrağına göz dikenlere canı pahasına geçmişte olduğu gibi on beş temmuzda da gereken dersi verdi, bundan sonra da verecektir. Neden mi? İstiklâl Marşı bunun en güzel cevabıdır. Çünkü bu millet korkmaz, Hak iledir. Kanının en son damlasına kadar mücadele eder.”

“Ezanlar okunup camilere mü’minler koştukça bu vatanın taşı toprağı bile vecde gelip secde eder, kanlı gözyaşları akar, ruhlar en yüksek göğe ulaşıp başlar Arş’a değer. Şanlı hilâl şafaklar gibi dalgalanır, dökülen kanlar helal olur ve bu milleti kimse yok edemez, ebediyen hür yaşar.”

İnsan ve Edebiyat

İnsan ve edebiyat. Birbirini tamamlayan iki değişmez kavram. Edebiyat insanla güzel.  Erdoğan Muratoğlu, insan ve edebiyat üzerine yazmış. Edebiyatı güzelleştiren insanı görüyoruz dergide.

“İnsanın yeryüzü hikâyesi bir merakla başladı. Bu merak onun baki yurdundan fani bir yurda gönderilmesiyle sonuçlandı. En güzelle baki yurtta hemhâlken güzel ve çirkinin bir arada bulunduğu fani yurtta ikisi arasında tercihte bulunma durumuyla yani imtihanla baş başa kaldı. Çirkin tüm yolları kesmekte ve güzelin tebarüz etmesini engellemek için kılıktan kılığa girmekte. İşte güzelle çirkinin dünya mücadelesi böyle başladı.”

“Edebiyat, insandan güzelliğin kelimelerle dışa yansımasıdır. Edebiyat, insan ruhundaki dalgalanmaların kelimelerle hayatiyet bulmasıdır. Edebiyat, güzellik peşinde koşan insanın bunu kelimelerle ifade etmesidir. Edebiyat, çirkinin çirkinliğini gözler önüne sererek insanın çirkinlikten kaçınmasını sağlamasıdır. Edebiyat, fani hayatın karmaşasından insanı kurtararak onun özüne dönmesine bir kapı aralamasıdır.”

“Evet, edebiyat insanı kendi özüne döndüren, kendini sık sık sorgulamasına fırsat veren, ruhundaki çatışmaları güzelden yana şekillendiren ve çirkinin binbir oyununa kapılmamanın yollarını gösteren bir meşaledir, bir ışıktır.”

Hacı Bektâş-ı Veli’nin Seyr u Seferi

Kadir Özköse, Hac-ı Bektâş-ı Veli üzerine kaleme aldığı yazısı ile Ay Vakti’nde. Eserleri ve yaşamı ışığında konuyu ele alıyor Özköse.

“Hacca niyet edip Türkistan’dan ayrılan Hacı Bektâş-ı Veli, Necef üzerinden Mekke’ye gider, Kâbe’yi tavaf eder, Medine, Kudüs, Halep ve Kuzey Irak üzerinden Anadolu’ya gelir ve Samsad, Kefersud, Adıyaman, Maraş ve Elbistan civarlarına uğrar. Aşıkpaşazade’ye göre Hacı Bektâş-ı Veli, daha sonra kardeşi Menteş ile birlikte Sivas’a kadar gelmiş, buradan Amasya’ya gitmişler ve orada Baba İlyas’ı ziyaret ettikten sonra Kırşehir’e, sonra Kayseri’ye varmışlar, kardeşi Kayseri’den geri dönmüş, Sivas’a yerleşip burada vefat etmiştir. Hacı Bektâş-ı Veli ile Baba İlyas arasındaki ilişki, tarikat bağlamında bir mensubiyetin değil, bir hemşehrilik ve fikirdaşlığın belirtisi olabilir.”

“Hacı Bektâş-ı Velî halifeleri kadar eserleriyle rehberlik etmiş bir tasavvuf büyüğüdür. Onun belli başlı eserlerini şu şekilde sıralayabiliriz: Kitabü’l-Fevâid, Fatiha Sûresi Tefsiri, Hacı Bektâş’ın Şathiyesi, Hacı Bektâş’ın Nasihatleri, Şerh-i Besmele ve Makâlât. Makâlât, Hacı Bektâş-ı Veli’nin “tevhid”, “marifet”, “melâmet”, “fütüvvet”, “aşk” ve “vecd” anlayışlarının tamamlandığı, Horasan ve bilhassa Nişabur’un şeriata bağlı fikrî, tasavvufî, fıkhî ve amelî cereyanlarıyla örtüşen, özellikle Yesevi geleneğini kendi özgün düşünce dünyası ile şekillendirdiği eseridir.”

“Hacı Bektâş-ı Veli, iyi bir mutasavvıf, şer’î anlayışa sadık; bâtınî düşünce ve zümrelerden uzak iyi bir Müslüman; Türk-İslâm kültür ve fikir hayatına büyük hizmetleri geçmiş ve çok sayıda gönül insanı yetiştirmiş büyük bir düşünürdür. O insanın varlık yapısını, ruhî vasıflarını iyi bilen ve bunları özümseyen bir mutasavvıf, bir gönül filozofu ve bir antropolog edası içinde hareket etmiştir. O insanı “bilen, çalışan, inanan” bir varlık olarak ele almış; insanın ulaşmak istediği mükemmellik yolunu göstermiş bir kişiliğe sahiptir.”

Görünürlükler

Görünür olmak, bakmakla görmek arasında kalmak ya da hayatı en özgün şekilde görünür hale getirmek için bir mücadeleye girmek gibi bir cenderede çırpınıp duruyor insanlık. Ömer Eski, görmekle körlük arasındaki keskin çizgide kavramlar üzerinden güzel görmek üzerine yazmış.

“Ansızın kör olan bir adamın tasviriyle başlar Körlük. Bir aydının gözleri açık körlüğü ile çevresindeki her şeyi sildiği bir manzara çıkarır karşımıza Körleşme. Saramago ve Elias Canetti görmek üzerine bu iki eseri dünya edebiyatına armağan ettiğinde körlüğü görmeye tercih edenlerin sayısı hiç az değildir. Görmek ve körlük tercih meselesi midir, diye sorulabilir tabii ki. Geçen zamanın hangi eserleri göz aydınlığı olarak karşımıza çıkaracağı da biz okurların maharetine kalmış. Edebiyat, kitaplar, her dönemde göz aydınlığı olmaya devam edecek.”

“Gözünü bağlamak: birini doğruyu bulmaz, düşünemez duruma getirmek anlamında kullanılan deyimdir. Bu da görmeyle alakalıdır. Yetenekleri istenen insan, yeteneklerini feda ettiğinde kontrol edilebilir hale gelecektir. Düşünme yeteneğiyle ve doğruyla bağı koparılan insan nesneleşebilir, şekillendirilebilir, kullanılabilir. Hız, bir akıntıysa eğer insana sunulan, bu akıntıya kapılıp düşünceden ve doğru olandan uzaklaşmaktır. O zaman insanı göremez duruma getirmek gerekir. Bu, hareketli bir perdelemedir. Sürekli yapmanız gereken eylemler vardır fakat bunlar kendinizin değildir. Size verilen görevi bitirip bir üst seviyeye çıktığınız oyunlar gibi… Peki, siz oyun oynarken içeride ve dışarıda ne oluyor, zamana ne oluyor, insana, aileye, çevreye ne oluyor? Bu yüzyıl gözleri bağlı insanları sevenlerle dolu... Birilerinin durgunluğu karşısında hareket kabiliyeti sağlayacak sistem koordinatörleri gözleri bağlı insanları seviyor.”

“Görmeyi, görünür olmakla değiştirip kazançsız alışverişleri, yaşama kültürü olarak algılama eğilimindeyiz. Kelimeleri bir aydınlatma aracı olarak kullanmalıyız. Söze muhatap olmayı, sözcüklere hürmet etmeyi, anlamla barışmayı becerebilmeliyiz. Kalbi geniş, gözü açık, bakışları keskin olacak olan bizleriz.”

Ay Vakti’nden Öyküler

Necmettin Evci - Belki de @şk

“Bir dalga, bir titreşim her yerinden sarar insanı. Bir döngünün, bir sarmalın, size bir şey söyleyeyim mi, sanki bir sarhoşluğun içindesinizdir. Kendinden geçmiş, aşkınlıkla, kamaşma arasında yolunu şaşırmışsındır. Öyle midir? Tam böyle olduğunu, ne olduğunu da bilemiyorum doğrusu. Kendime gizli, saklı kalıyor, bilmece oluyorum. Anladım ki, ben onunla varım artık, ondan ayrı olamıyorum. Onu aşamıyor, geçemiyordum. ‘Onu ve kendimi tam da böyle bir sarmaldayken anlamaya çalışıyor olmanın mı çelişkisi içindeyim yoksa?’ diye sordum kendime. Sanki sisler biraz dağılır gibi olunca, benden gizlenen, kendimden gizlediğim bir yanım belirginleşiyor. Bu ben miyim? Bu arzu, bu yöneliş, bu ilgi benim mi? Bu inişler, çıkışlar, düşüşler, havalanmalar?”

“Fotoğraftaki kız rahat, hiçbir kaygıya tökezlemeden bir tebessümle bakıyor. Ne ki benim için o tebessüm öncesiz ve sonrasız. Hacettepe’den mezun olması, ardından Avusturya’da mastır yapması, beni cezbediyor. Biraz da o cezbeyle bakıyorum Gülay’a. Çocuk sen bu zor zamanlarda bu kadar ileri başarıları nasıl elde ettin diyorum. Akademik çalışma yapmak istiyor.

Burada bir üniversiteye başvurmuş.”

“Oradan ayrıldık. Dışarıda hafif yağmur atıştırıyordu. Korumak veya sığınmak gibi bir insiyakla ona iliştim, bir süre kolundan tuttum. Sanki tutmasam kimi yerlerinde kayganlaşan sokağın gadrine uğrayacaktı. Yoksa bir gerekçe mi üretiyordum? Yardım etmeliydim. Böyle yardıma can kurban. Kolunu tuttuğumda teninin yumuşaklığını içime yayılan ılık ürperişle beraber hissettim. Durağa kadar geçirdim. Eve varır varmaz hemen mail hesabımı açtım. Birkaç şiir ekledim. İncelikli olmasına özen gösterdiğim ifadelerle bugünkü birlikteliğimiz için teşekkür ettiğim mailimi gönderdim. Cevap ertesi gün geldi.”

Emrah Bilge Merdivan – Anlamadım

Güldü. Gülerken göz kenarlarındaki kıvrımlar derinleşiyor, ve seyrek dişleri görünüyordu. Üçüncü kitabının kapağında da böyle bir resmi vardı. Ama o zamanlar çok daha gençti herhalde. Belki de sakalı olmadığından öyle görünüyordu. Çaylar geldi o sırada. Yüzünün sağ tarafında kırmızı doğum lekesi olan bir genç çayları getirdikten sonra Celal Hoca ile göz göze gelip başıyla onu onayladı. Kelimeler olmadan konuşuyorlardı ve bu özel dile hayran kalmıştı. “Bu Kerim” dedi Celal Hoca. Biz iyi anlaşıyoruz. Siz de çocuklarınızla anlaştığınızda tüm sorunlarınız çözülecektir.

Kafasındaki aynı döngü değirmen dolabı gibi devrediyordu. Trafik ışıklarında yahut sıkışmış trafikte dalgınlıktan hep geç kalmış, ardı sıra bir sürü klakson sesi yükselmişti. Kavşağı da kaçırdı düşünmekten. Yol onu sahile kadar götürünce eve gitmek yerine kıyıda bir çay içmek istedi. Kaç zamandır burayı böyle sakin görmemişti. Arabayı bırakıp masaya yönelmişti ki dönüp park ettiği yere tekrar baktı. Az önceki macerayı tekrar yaşamak istemiyordu. Geçip denize nazır masalardan birine kuruldu. Garson yan masayı toparlıyordu o sırada.

Derin bir nefes aldı Celal Hoca. “ Hala anlatıyorsun İsmail. Anlatma, sadece anla.” Bir anda şimşek gibi bir fikir parladı zihninde” Yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. “Hocam çay söylüyorum öyleyse ben.”
-Hah şöyle…
Büfedeki elemana işaret etmek için dönmüştü ki adam onun sandalyede kaykılışından anlayıp bir bardak şekersiz çayı çoktan garsonun tepsisine yerleştirmişti. “söylemeden anlamış” dedi İsmail Bey.

Seher Özden Bozkurt - Beyaz Bir Yağmur

Ay ışığı, gecenin sessizliğinde, perdesiz pencerelerimizden usulca içeri süzülüyor; beyaz bir yağmur olup, annemin saçlarına yağıyor. Bu ışık yağmuruyla, annemin saçlarındaki aklar, siyah gecede, bembeyaz parıldıyor. Dudakları aralık, sanki bir şeyler mırıldanırken uyuyakalmış gibi. Yüzünde yer yer, göz kapaklarının kenarlarından damlayan, endişeli rüyaların gölgeleri var.

Ninem vefat edeli üç sene oldu. Hala alışamadık yokluğuna. O gittikten sonra, evimizde açılan o büyük boşluğu hiçbir şey dolduramadı. Dedemin yüreğinde açılan o boşluk ise günden güne büyüdü, son günlerde iyice sancımaya başladı.

Bizden sonra, artık bizim olmayan evin, bizim olmayan duvarlarına kat kat boya sürüldü. Bize ait sesler, renkler, gülüşler;
Bütün yaşanmışlıklarımızın izleri bir bir silinip gitti.

Ay Vakti’nden Şiirler

duvara değil yara yazdım ağaca değil acılara

ikindilerde bekledim yağmur gelsin güneş gitsin

vermişler kuşlara gökyüzünü kuyuları bana

çobanların üstünden duman kokusu hiç çıkmaz

kalp ateşin teştinde yıkanır hep bilirim

vermişler ağyâra neşeleri hüzünleri bana

Selami Şimşek

Bir şair geçiyor gibi aydınlandı gökyüzü

Rüzgar ilindi yapraklara

Şebnemler suya indi

Kımıl kımıl balıklar

Açılan güller denli

Yeni vakitlere yürüyor zaman

Büyülenmiş gibi dağlar ovalar

Sevinçle minelenmiş titriyor sular

Kalbinden akanı dinle

Aşk ile kalk, vakti kuşan

Tanyerine dön yüzünü

Bak nasıl ürperiyor gökyüzü

Toprağa yürüyor sular

 köklerine ağacın

 dal uçlarına

Ziya Karatekin

İnsanların güller gibi narin hassasiyetleri vardı eskiden

Şimdi hoyrat ellerde bir bir kırılıp gittiler

Kimsenin kimseye söyleyecek birşeyi yok işte

Bu yıkım ve talanda herkesin az da olsa bir payı var

İlerde bir avuç topraktan başka birşey kalmayacak bizden

Keşke insanlar bu hırsı bu merhametsizliği bıraksa

Kimse kimseyi kırmasa ve incitmese

Hep beraber gelip geçsek şu dünya konağından

Mehmet Baş

Aşk derdiyle hoşem der, Kays iken Mecnûn olur

Âşıklar kāfilesi, kervân-ı cünûn olur

Aşk meydanı insandan, kanını dökmek ister

Aşk için candan geçmek, değişmez kānūn olur

Mevlâ’ya giden tarîk, bâzan Leylâ’dan geçer

Dergâhlar, zâviyeler, mekteb-i fünûn olur

Aşkı tatmayan ruhlar, aşk fenninden ne anlar

Kalpleri gide gide, kaskatı odun olur

Bekir Oğuzbaşaran

Bana biraz mavi bırak!

 Bir beyaz bahar dalı

Bu atların yelelerinde ıslanan sokakları, bu İstanbul’un

Bu koşuşturan, rüzgâra kapılmış başaklar

Haddini bilip hududunca koşturan

Bir güzeli gemlemek, sanatı zincir zincir

Acının boğumlarında yeni baştan…

Bana güneşi okşayan bulutlar

Ve kuş beyazı umutlar bırak!

Sıddıka Zeynep Bozkuş

Ne yapsa derimin mücellidi

Kapanmıyor bu ince utançların yarası

Bir kuytuluk yer kaldı

Hevesin kursağında

Yalnız kabuk mudur yarayı saran?

Sura kadar susmaksa

Tanıklığın kaderi

Bir türküyü unutmuş gibisin ocakta

Dibi tutmuş bütün şiirlerin

Onar dilimde kırılan harfleri

Başkaldıran bir çakıl taşı kadar

Suların dilini anladınsa

Hüseyin Çolak

İttihat Terakki ve Enver Paşa

Türk tarihinin en tartışmalı paşalarındandır Enver Paşa. Attığı her adımla nerdeyse büyük fırtınalar kopartmış; eleştirilerin odağında olmaktan bir türlü uzak duramamış paşayı anlamak için zamanın şartlarını ve tüm güçlerin odak noktasını iyi tahlil etmekte fayda var.

Sebilürreşad Dergisi, İttihat Terakki ve Enver Paşa konulu bir dosya ile çıktı. Kafalardaki birçok soru işretine cevap olacak yazılar yer alıyor dosyada.

Fatih Bayhan- Hangi Enver Paşa?

Hangi Enver Paşa? diyerek, paşayı birçok yönden ele alıyor Fatih Bayhan. İttihat ve Terakki, uluslar ile olan ilişkiler, askeri yönünün yansımaları ve tartışmaları ile paşanın hayatına doğru yoğun bir yolculuğa çıkıyoruz.

“Türk kamuoyunun yakından tanıdığı, tarihçilerin hakkında farklı değerlendirmelerde bulunduğu, Osmanlı’nın kırılgan siyasi süreçlerinde rol oynayan bir isimdir Enver Paşa. Tarihçiler onu incelerken muhtelif tanımlar kullanıyor. Ancak bütün nazariyelerin ortak noktası Enver Paşa’nın vatana olan sadakatidir. Bu su götürmez bir gerçektir. İmparatorluğun dağılma dönemine damgasını vuran İttihat ve Terakki’nin de kurucuları arasında sayılır.”

“1920 yılının Eylül ayında Bakü’de Doğu Ulusları Toplantısı’na katılır ve Batum’da Türkiye Şuraları Partisi’ni kurarak Türkistan’ı kurtarma hareketi adı altında bir girişim başlatır. Enver Paşa, toplayabildiği kuvvetle, Rus kuvvetleri karşısında savaşır. Orta Asya’nın Pamir Dağları eteklerindeki Çağan Tepesi’nde vurularak şehit edildiğinde henüz 41 yaşındadır. 4 Ağustos 1922’de Tacikistan’da Çağan köyüne defnedilir. Naaşı, 1996’da İstanbul’a devlet töreniyle nakledilinceye kadar orada kalmıştır.”

“Enver Paşa Almanların çok sevdiği bir isimdi. Hatta çok genç yaşına rağmen, Alman imparatorunun özel ilgi gösterdiği bir insandı. Peki, Enver Paşa’nın bu hayranlığı, Türkiye’yi Almanlar için tehlikeye atacak boyutta bir hayranlık mı? Bu çok saçmadır. Vatanını, devletini bu kadar çok seven bir insan, “Ben Almanları çok seviyorum,” diye ülkesini tehlikeye atar mı? Bu konuşulmayacak bir şeydir. Ayrıca Enver Paşa’nın mektuplaştığı bir alman dostu vardır.”

Torunun kaleminden Enver Paşa tartışmalarına cevap!

“Enver Paşa’nın torunu Osman Mayatepek’in vefatından önce Sebilürreşad okuyucuları için kaleme aldığı Osmanlı Sarayından Cumhuriyete geçiş sürecinde bir Enver Paşa değerlendirmesi:” girişiyle sunuluyor Mayatepek’in yazısı.

Enver Paşa, İtilaf Devletleri’nin çarkına çomak soktu. Osmanlı’nın harbe katılması sayesinde harp iki sene uzadı; İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar fena halde yıprandı; Çanakkale destanıyla ikmal yolunu kestiğimiz Rus Çarlığı çöktü. Harpten bitap düşen Avrupa kamuoylarının “Yeter artık, barış istiyoruz!” haykırışları ve ihtilal tehditleri altında, Londra, Paris yahut Roma’nın Osmanlı/Türkiye ile uzun soluklu yeni bir harbi göze alması mümkün değildi. Harp yorgunu İngilizler, kendilerini riske atmayıp, şanslarını Yunan ordusunu kullanarak denediler; Yunan ordusu çuvallayınca da müzakere kapısını açtılar. Çar’ı deviren Bolşevikler de -Rusya’nın iç meseleleri ile ziyadesiyle meşgul oldukları için- Osmanlı/Türkiye ile anlaşma yoluna gidip, Kars ve Ardahan’ı iade ettiler. Harbe girmeseydik, Rus Çarlığı’nı Çanakkale Boğazı’na gömmeseydik, bugün Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz’de -ayrıca da Boğazlar’da- herhalde Rus bayrağı dalgalanırdı. Hülasa: Bugün “Türkiye” dediğimiz toprakların kurtuluşunu-Rabbü’l-Alem’in inayetiyle- Enver Paşa’ya borçluyuz. “Maceracı” diyorlar ya; Türkiye’nin temeli Enver Paşa’nın “maceracılığı” ile atıldı.

İttihadçı Enver’den, Türkistan Şehidi Enver Paşa’ya

İsmail Mansur Özdemir, İslam birliği düşüncesi bağlamında ele alıyor Enver Paşa’yı. Paşayı yakından tanımayanlar için dosyadaki her konu farklı bir bakış açısını da beraberinde getiriyor. Asker yönünün dışındaki faaliyetleri ile de tarihi dönüm noktası denecek bir yerde duruyor paşa.

“Biz Enver Paşa’yı romantik bir hayalci olarak değil, İslam Birliği düşüncesinin Osmanlı’dan bugüne taşınmasına gayret eden bir savaşçı, münevver ve dava adamı olarak algılıyoruz.”

“Kritik bir tarihi aktör olarak Enver Paşa etrafında yapılan anlamsız polemik ve örseleyici söylemin analizini İslamcı bir mevziden yapmak daha da anlamlı olacak gibi görünüyor. Enver Paşa bugün milliyetçi ve ulusalcı çevrelerin gündemine aldığı ve bazı davranışlarını görmezden gelerek onun İtttihat’çı tarafını merkeze alarak yücelttikleri bir isimdir. İslamcılar için ise yine aynı özelliği, Padişah ve hilafet karşıtı bir yaklaşım ve yapının içinde olması münasebetiyle reddetmektedir. Enver Paşa’yı sadece İttihat Terakki bağlamında ele alarak tüm hayatını bu sürecin etkisi altında okumak Enver Paşa algısının en sıkıntılı noktasını oluşturmaktadır.”

“Enver Paşa ile ilgili en güçlü tezvirat bugün bile Doğu Cephesi ile ilgili yapılır. Hassas ve tarihi nitelikteki Kafkas İslam Ordusu yeterince bilinmez ve konuşulmaz iken Sarıkamış’taki savaş, Enver Paşa’nın savaş tarihindeki muazzam ihmal ve yenilgisi olarak yer alır. Şehit sayılarındaki abartılardan başlayarak, Enver Paşa etrafında şahsileştirilen Sarıkamış mağlubiyeti Hafız Hakkı Paşa hatıratı başta olmak üzere pek çok kaynakta doğrusu ile anlatıldığı halde, Enver Paşa’ya yapışan bir mağlubiyet ve ihmal sürekli dillerdedir. Bu tezvirat ve okuma biçiminin arka planı iyice araştırıldığında başka boyutlar çıkacaktır. Enver Paşa, Rus ve İngilizlerle iş birliği içinde olan Ermenilerle mücadelenin ana kahramanıdır. Ermenilerin Enver Paşa’ya şahsileştirdikleri bir öfkeleri vardır ki şehadeti dahi Ermeniler eliyle olmuştur. Her düzlemde Enver Paşa’nın bu kadar güçlü bir örseleyici propagandaya muhatap olmasının arkasında farklı gayret ve ekipler de bulunabilir.”

Nietzsche’yi Anlamak!

Nietzsche’yi anlamak ya da anlayamamak üzerine kurulu bir düşünce yapısının olduğu muhakkak. Düşüncenin derinliğinin yanında hak ve hakikat çizgisindeki eğilimlerin zıtlığı onu biraz daha çözümsüz bir hale getirmişti. Nizameddin Duran, Nietzsche’yi Anlamak! Üzerine yazmış. Elbette yazısının merkezinde tanrı ve inanç konuları var.

“İnsan evladı, inanmayı, inanmamayı veya din olgusunu fıtri bir çerçeveye oturtup değerlendirdiğinde, düşüncesinin ve inancının berraklaşacağı kesindir. Gerek fertlerin ve gerekse toplumların bu açıdan değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu da bizi düşünce ve inanışların fert ve toplumun üzerine olan etkilerini ve yansımalarını tahlil etmeyi ve anlamayı gerekli kılmaktadır.”

“Nietzsche, yaşadığı yüzyılın çalkantılı ve kriz ortamında yetişmiş ve çağını iyi tahlil etmiş bir aydın olarak, gerek Hristiyanlığın ve gerekse pozitivist düşüncenin, sunduğu değerlerin çare olamayacağını, aksine bu değerlerle insanları yanılttıklarını ve değerleri araçsallaştırarak insanları sömürdüklerini belirtmiştir. Bu nedenle Nietzsche, tüm değerlerin yeniden ele alınması gerektiğini söyleyerek toplumu uyarmaya çalışmıştır. Nietzsche, insanın ahlak soy kütüğünü öne çıkararak, kilise ve pozitivist öğretilerle mücadele etmiştir. Ona göre, onun alternatifi ‘üstinsan’ projesidir ve problemlerin çözümü de ancak ‘üstinsan’la olacaktır. Bu düşüncede esas olan, insanın her şeyden önce kendi varlığını keşfetmesidir.”

Mimaride İmge ve Sembol İlişkisi

Mimarinin sadece taş ve topraktan ibaret olmadığı muhakkak. Yüzyıllar boyunca ortaya konan eserler, yapıların da bir ruhu olduğunu gösteriyor. Bu ruhu canlı tutan imge ve sembol ilişkisi üzerine yazmış Selimcan Yelseli. Derinliğine bakmak ve yoğunluğunu anlamak gibi bir etkiyle nüfuz etmek gereğini daha çok hissediyoruz yapılara. Yapılardan örnekler veriyor Yelseli. Bu açılımlardan sonra girilen her camideki en küçük figüre dahi derin anlamlar yükleyeceğiz.

“Mimari bir yapının manası yapıldığı çağın niteliklerini taşısa da serencamı, o yapı ayakta kaldığı müddetçe devam eder. Buna en güzel örnek Ayasofya Camii olabilir. Ayasofya, I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında inşa edilmiştir. Mimarları Trallesli Anthemios ile Miletli İsidoros'dur. Fetihten sonraki yıllarda Ayasofya'ya değen Müslüman nazarları, onu, mana hükmünde, imgenin sembol ile arasındaki ilişkinin şahane bir tecellisi haline getirmiş, özellikle Mimar Sinan'ın yapıya dokunuşları onu bizim için hem ruhsal hem de fiziksel bir metanet sembolü kılmıştır.”

“Nice abidevî yapının teferruatına gizlenmiş bazı hususlar aslında çok daha büyük ve mühim bir ifade biçiminin terkip unsuru olabilir. Bursa Ulu Camii’nin yirmi kubbeli planı yahut daha genel bir manada Selatin camilerinin en az iki minareye sahip olması teferruat içindeki asli manaya işaret etmektedir.”

“Taşa ve hendeseye işleyemeyen nazar ile taşın ve hendesenin artık kaynağını ötelerden alan pırıltılardan ziyade o geçici solgun ışıklarla aydınlanması, yapılara “göğü delercesine” dikeylik kazandırmaya meraklı şuurların, yatay mimarinin, o münbit aile sıcaklığından bir takım nostaljik ve romantik fanteziler olarak söz etmesi, şehirlerin ve onun organik bir parçası olan bizlerin estetik zevkinden, yaşama karşı özümüzle geliştirdiğimiz savlarımıza kadar kat’i bir şekilde tesir etmekte, şehirlerin ruhunu merkeziyet şuurundan süratle uzaklaştırmaktadır.”

Nikâh ve Keramet

Düğün mevsimindeyiz. Özellikle salgın yasaklarının kalkması ile düğünsüz gün kalmadı gibi. Düğünler yapılıyor, nikâhlar kıyılıyor, yeni bir hayata adım atılıyor. Neye göre, hangi kıstaslara göre giriliyor dünya evine? Ne yazık ki bunun sorgusu pek yapılmıyor. Sosyal medya paylaşımı gibi törenlerle hayatını birleştiriyor gençler.

Maaile Dergisi, Nikâhta Keramet Vardır başlığı ile çıktı. Oldukça önemli bir konu. Huzurlu bir yaşamın ipuçlarını veren yazılar var dergide. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Fatmanur Tekke- Aynalı Körük Olmazsa Gelin Gitmem

“İnsanoğlu pek çok şeyi bilse de bazen unutmayı tercih eden bir varlık olması hasebiyle hem kendi aldanabiliyor hem de çevresindekilere istemeden de olsa zarar verebiliyor. Evliliğin imtihan tarlası olduğunu yaşayarak tecrübe etmiş anne ve babalar evlatlarına her zaman hayrı ve sabrı tavsiye etmeliler. Anne ve babadan suhuletle bir yaklaşım gören gençler sakinliğini ve dinginliğini koruyarak daha sağlıklı kararlar verebiliyorlar. Bu nedenle anne-babalar varsa olumsuz anı ve tecrübeler ışığında gençlere fayda vermeyecek tavsiyelerde bulunmamalıdırlar. Bu dünyadaki değil, ahiret hayatındaki zenginliklere sahip olmaları için dua etmelilerdir. Telkinlerini bu minvalde yapmalılar. Her şeyiyle tam ama yorgun bir başlangıçtansa, eksiklikleri olabilen lakin koşulsuz sevgi ve muhabbetin varlığının hissedildiği bir dünyaya yönlendirmelidirler. Ancak böyle bir yuvada mücahit ve muttaki çocukların yetişebileceği vurgusu yapılmalıdır.”

Habibe Alpay Aydın – Nikâhta Keramet mi Moda mı Var?

“Ben olmak neden bu kadar önemsenir, önemsettirilir? Üzerinde hiç düşündük mü? “Tek başına kendi ayakları üstünde durmak!” Topluma o kadar çok pompalanan bir şey ki “ortalık kendi ayakları üstünde duran hasta “ıssız adamlar” ve hasta “ıssız kadınlarla” dolu.” Özgürlüğün getirdiği yalnızlık, yalnızlığın getirdiği özgürlük ve bu özgürlüğün getirdiği tüketim modası geleceği inşa edecek olan fertleri yiyip tüketmekte.

Çünkü 21. yüzyıl insanının doyurmaya çalıştığı egosu koca bir kara delikten farksız. Onu doyurmak da imkânsız. Özellikle sosyal medya ile (kendini züğürt tesellisiyle kandırmak adına) başta evlilik ve kardeşçe sohbet bahanesiyle daha çok insan tanıyan, daha çok insan unutan ama aslında daha çok insan tüketen birey, tüm çiçek türlerini koklama peşinde koşarken (gerçekte hiçbirine tam olarak erişemeyeceği belliyken) belki de bu koşturmaca içinde aradığı, ihtiyacı olan yanı başındaki çiçeği hiç görmeden ezip geçiyor. Peygamberimizin “Gençler! Aranızdan evlenmeye gücü yetenler evlensin!” hadisindeki emri kapsamında; güç yetirme işinin manevi boyutunu bir kenara ayırarak, maddi çerçevedeki güç yetirme noktasında ailelerin işi zora koşmadan ağır altın, eşya, çeyiz yükleri yahut yeni yeni türetilen israf yüklü düğün-nişan-kına adetleriyle ağırlaştırmaktan vazgeçerek evliliği kolaylaştırmaları gerekiyor.”

Sedanur Eşitti – Müslümanca Bir Evlilik

“Sevgili gelin/damat kardeşim; bir Müslüman, yuvasını modaya kurban etmez, edemez, etmemelidir. O yuvadan doğacak nice mücahit/mücahideler olacağını bilerek hareket etmelisin. Evliliğin neticesinin Allah’ın izni ile cennet olduğunu bilerek yaşamalısın. Eşin iyi ise cennetin, kötü ise sabredersen cennete gitme biletin olacak bunu fark etmelisin. Evliliğini gül bahçesi haline getirmiş olsa bile o gül bahçesinde nice dikenler batacak, yaralayacak bilmeli, o gül bahçesini yaralarına rağmen sevmeye devam etmelisin! Kıymetli kardeşim, bizim şüphesiz çok büyük bir Rabbimiz var. Rabbimizin gücü öylesine büyük ki ondan yalnızca x marka halı, y marka perde istemek ona haksızlık olur. Biz Rabbimizden içinde huzurla yaşayacağımız yuvalar isteyeceğiz. O yuvanın daha güzelini cennette de vermesini dileyeceğiz.”

Bedir

İslam tarihinin dönüm noktalarından biridir Bedir Savaşı. Bir var olma mücadelesinin tarihe düşülmüş şeref levhasıdır. Mehmet Âkif, “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi” derken bu var oluş mücadelesine dikkat çekmek istemiştir.

Şenay Şeker yine derinliği olan ve örneklerle bezediği bir yazı ile Maaile’de. Şeker’in; “İstikamet Sahibi Olanlara Vaat Edilen Yardımın Ulaştığı Cenk Meydanı” tanımlaması da Bedir Savaşı’na atfedilen tüm değerleri içinde toplayan bir anlatım. Özellikle, Bedir’in günümüze yansımasına tutulan ayna dikkate değer.

“Bedir Gazvesi’nde inancın, sadakatin, itaatin ve şehadet aşkının Müslüman'a ne kadar yaraştığını görüyoruz. İslam tarihinde önemi tartışılmaz bir sefer olan Bedir Gazvesi’ni anlamak ve günümüzde yaşadığımız olumsuzluklara karşı ders çıkarmak gerekir.”

“Allah Resulü, (S.A.V.) Bedir Gazvesi’ne katılan ashabını övmüş ve onların cennetle müjdelendiklerini haber vermiştir. Birçok hadisede Bedir’e katılan ashabını daha üstün tutmuş ve onların saygıya layık en hayırlı topluluk olduklarını her zaman dile getirmiştir.”

“Bedir Gazvesi 1400 yıldır ve hatta kıyamete kadar Allah’ın (C.C.) İslam ordularına yardım edeceği hususundaki önemli bir numunesidir. İstikamet üzere olan ve sırf Allah rızası için düşmanla yapılan mücadelelerde; Bedir Savaşı'nda Allah Teâlâ'nın hem düşman tarafının kalbine korku ve endişe salmak hem de Müslümanların gönlüne bir inşirah vermesi suretiyle yardım etmesi ve bir ilahi hikmet gereği üç bin, beş bin yeşil sarıklı at üzerinde cenk eden meleklerle gazveye destek vermesi, direnç oluşturmuş ve bu sayede nice zaferler kazanılmıştır.”

Kutsal

Betül Tatar Tüzünol, Kavramlar bölümünde “Kutsal” kelimesinin derinliğine davet ediyor bizi. Günümüzde sıradanlaştırılan bu kavramın kutsiyetine de önemli atıflar var yazıda.

“Herkesin, her şeyi bilmeye çok yakın olması, sınırları olduğunda kıymetli olan tüm kavramları ezmeye başladı. Özgürlük gibi mesela, din gibi, ahlak gibi. Sınırlarının da kendinden bir parça olduğu kavramlarda, sınırları ortadan kaldırmaya çalışmak o kavramı yok eder. Kutsal da bu kavramlardan biri.”

“Kutsal mekânlar: Çoğunlukla hierofonik (tabiat üstü bir gücün herhangi bir yerde görünüşüyle ilgili) gerekçelere bağlı olarak bazı coğrafyalar tabu çerçevesinde korunmuş kutsal mekânlar olup onlarla temas özel ritüelleri gerektirir. Bu mekânlarda bulunmak kişiye dünyevî veya uhrevî imtiyazlar kazandırır. Hac mekânları, mescitler, kiliseler, tapınaklar bu türe klasik örneklerdir.”

“Kutsal varlıklar: Başta tanrı olmak üzere doğa üstü olduğuna inanılan varlık türleri, bazen insanlar, hayvanlar kutsal sayılır. Bu varlıklar kutsallıklarını uhrevî güçlerinden alırlar. Melekler, kabile şefleri, kâhinler, şamanlar, kehanet hayvanları bu türe geleneksel örneklerdir.”

Tılsım İslam’da

Dünyanın yaşadığı kaoslara ardı ardına şahit oluyoruz. Her gün bir yanımızı yitirerek geçiyor zaman. Uzağına düştüğümüz bir yaşam var. Nazile Şanal, kurtuluş reçetesini sunuyor; İslam. Ebedi bir yaşamın huzuru aranıyorsa adres belli. Bir tılsım olarak İslam’a tekrar tekrar sarılmamız şart. Habil ve Kabil var karşımızda. Her zaman da olacak.

“Aslında iyi olmak iyilik dürüstlük fıtratımızdandır ve kolaydır. Yine tarihe bir seyran ettiğimizde örneklerini görmek mümkün. İlk insan ilk sınav Hz. Adem Atamız ve Hz. Havva Annemizden sonra evlatları Habil ve Kabil arasında geçen sınav! Kabil’in hırslı, hasetçi davranışı, Habil’in ise vakarlı, onurlu, vicdanlı, teslim duruş örneği. O çağda yaşamamış olmamıza rağmen sanki yanı başımızda yaşanmış bir olay gibi üzerimizde etkisi sürüyor. Hadi şimdi tercih vakti! Hırsı gözünü kör etmiş kardeşinin canına kastedecek zalimlik Kabil; diğer tarafta “Yemin ederim ki, sen beni öldürmek için elini kaldırsan, ben seni öldürmek için elimi kaldırmam” diyen Maide 28. Ayet’i “İlahi mesajla hareket eden” Habil! Habil ağır bir sınavdan geçmesi, aslında sınav her ikisi için. Burada kıl payı kazanmak ya da kaybetmek! Habil’in Kabil’e söylediği hayatidir. Onun öfkesini hırsını yatıştırmak amaçlı, az bir süre tesir ediyor; sakinleştiğini sezen Habil uykuya dalınca Kabil hırsına yine yenik düşüyor ve Habil’i öldürüyor. Sonunda pişmanlık yaşayacak olsa da... Bu olay evrensel ikaz iyiliğin ve kötülüğün bedeli!”

YORUM EKLE
YORUMLAR
Nizamettin Duran
Nizamettin Duran - 2 yıl Önce

Mustafa kardeşimiz, dergiler dünyasından teşekkürü hak ediyor. Dergiler ve içerikleri ancak bu kadar güzel tahlil edilerek okuyucuya sunulabilir. Teşekkürler Mustafa kardeşimiz, eline emeğine sağlık.

banner36