Ağustos 2019 dergilerine genel bir bakış-1

Güneysu’dan 15 Temmuz vurgusu

123. sayısını 15 Temmuz vurgusu ile çıkardı Güneysu. Toprağının bereketini sayfalarına yansıtan Güneysu, 15 Temmuz’un Osmaniyeli şehidi Mehmet Karatilki’ye rahmet dilekleri sunuyor. Bestami Yazgan’ın 15 Temmuz Destanı adlı şiiri de derginin kapağından sesleniyor okuyucuya.

Ayağımız kavi, başlarımız dik
Karanlığa karşı kıyam eyledik,
Kadın erkek sefer marşı söyledik,
Seksen milyon yürek çarptı beraber:
Ya Allah, Bismillah, Allhuekber!

Hayrettin Durmuş ile söyleşi

İlkay Coşkun Güneysu için şair-yazar Hayrettin Durmuş ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Bu söyleşiden altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“Elbette her işin başı aşktır. Coşkuyla yapılmayan iş ne sahibine, ne de başkalarına fayda verir. Kendin beğeneceksin ilkin. Başkalarının beğenisi çok da umurunda olmayacak. İyilenen bir yazıyla iyi yazı arasındaki farkı tarih belirleyecek. İyi bir yazar ne yazdığını, niçin yazdığını ve kim için yazdığını bilen kişidir. Dopdolu bir metinle tıkış tıkış bir yazının aynı şey olmadığının farkına varır.”

“Yazılarınızı, şiirlerinizi farklı zamanlarda özellikle bu işin üstatlarına okutun. Beğendikleri ya da beğenmedikleri yerleri size söyleyeceklerdir. Neden her ş iir toplantı s ında Abdurrahim Karakoç 'tan bahsedilirken “Adam lambada titreyen alevi üşütmüş kardeşim” cümlesini duyarsınız? Çünkü kimsenin itiraz edemeyeceği bir güzelliktir bu.”

“Çoğumuzun yazarlığa adım attığı ilk yer dergilerdir. Hangimiz ilk yazımızın yayınlanacağı derginin gelmesini dört gözle beklemedik? Yıllar geçer, kitaplarınız yayınlanır ama dergi sevdası bambaşkadır. Hâlâ yazınızın çıktığı dergileri saklar hatta ciltletirsiniz. Sadece sizin yazınızın çıkması da önemli değildir. Bazı yazarlar vardır ki adı o dergiyle bütünleşmiştir ve siz sırf o yazarı okumak için alırsınız dergiyi. Kuşkusuz dergide her yazısı yayınlanan yazar olamaz. Yıllar geçtikçe bazı yazarların isimleri belirginleşirken yaprak dökümü dergilerde de kendini gösterir ve bazılarının adı silinir gider…”

“Gelip geçici mevsimlik olaylara takılıp kalmak yerine kalıcı olana yönelebilirsek, edebiyatın merkezine alabilirsek insanı, kendi toplumumuzun masalını anlatır, türküsünü söylersek hem Türk kültürünü daha ileri noktalara taşımış hem de evrenselliğe giden yolu bulmuş oluruz. Çehov'un, Tolstoy'un, Dostoyevski'nin, Cengiz Aytmatov'un yaptığı da bu değil mi?”

Güneysu’dan şiirler

Sabır, taşı deldiğinde,
Vakit tamam olduğunda,
Hesap günü geldiğinde,
Kılıç gibi, kalkan gibi,
Gümbür gümbür volkan gibi
Konuşuruz inşallah.

Bestami Yazgan

yüceldi kelam kutsandı kalem
üstündü toprağa dökülen kandan
bilgi için kağıda kapkara
damar damar dağılan mürekkep

bildik daha kesindi yazmak
daha güçlüydü yazı amenna
Yusuf Has Hacip Yunus Emre
az söz mü söyledi söz üstüne

Ahmet Doğru

Aşk insanı insan yapar bilirsen
Aşk adına hakka doğru gelirsen
Aşk yürekte yücelerden bir desen
Kaş altından bakışırken kur ister.

Musa Serin

Geçer gider; günler, aylar, seneler
Kalkmaz üstümüzden, hayın keneler
Feryat figanlarla, ağlar analar
Takvimde beklenen, bir yıldır umut

Özgürlük yok ise; beden, yürek yok
Tutup çekilecek, özge kürek yok
Ruhta esir isen; ülkü, erek yok
Eğer özgür isen, bir çuldur umut

Celalettin Kurt

Hasreti yangın olur, köz köz bağrımı yakar
Aramızda şehirler, sıradağlar, yollar var
Gel denmeden gidilmez, bırakmaz serde vakar
Bazen dosttan bir ışık yanar amma binde bir

Halit Yıldırım

Güneş yüzü görmemiş hayaller harap oldu
Nefretin yangınında canevi türap oldu
Ay küstü karanlığa, bulut gözyaşı döktü
Efkâr kalbin katığı, yüreğe hüzün çöktü
 Zeybeğin arkasından dağlar ağladı heyhat!...
Gözü yaşlı analar, çağlar ağladı heyhat!...
Ucu nereye varır kader sarmaşığının?
Mezarı gönüllerdir o millet âşığının
Kafeste mahpus kuşuz, telaşımız var bizim
Yarım asırdan beri gözyaşımız var bizim

M. Nihat Malkoç

Huzursuzluğumuzun sebebi: İnsan olmak!

Kitabın Ortası dergisi Ağustos 2019 sayısında yine kültür-edebiyat ortamının kalbine dokunmaya devam ediyor. Kitap, yazar tanıtımları, inceleme yazıları, söyleşiler ile zengin içerikli bir sayı bekliyor okurları. Dergiden yapacağım ilk paylaşım Erol Göka ile yapılan söyleşiden olacak. Söyleşiyi Munise Şimşek yapmış.

“Özellikle bizim kültürümüzde geçerli olan, doğru bilinen bir yanlışımızdan da bahsetmeme izin verin. O da insanlara, onların gelişim düzeylerine, hâleti ruhiyelerine göre davranmanın bizim kültürümüzde yalakalık gibi kötü sıfatlarla anılması. İnsanlara bekledikleri ve istedikleri gibi davranın! Dilimize olumsuz olarak yerleşmiş deyimin aksine, “Nabza göre şerbet verin!” Hepimiz, insanlar bize bizim istediğimiz gibi davransın, beklentilerimizi, ihtiyaçlarımızı karşılasın isteriz. Ancak insanlara istedikleri gibi davranma konusunda kıldan ince kılıçtan keskin özel bir durum var. İnsanların beklentilerine uygun davranma ilkesi, temel konuları dışarıda bırakmak kaydıyla geçerlidir. Temel konularda asla boyun eğilmemelidir. Zira özellikle kişilik sorunları olan insanlar, ailelerinde ve çevrelerinde isteklerini eninde sonunda yaptırabilecekleri bir davranış kalıbını genellikle yerleştirmişlerdir. Bağırıp çağırarak, ağlayıp inleyerek, surat asıp küserek ama eninde sonunda dediklerini yaptırırlar. Oysa böyle durumlarda asla onunla uyuşmamak, dümen suyuna girmemek gerekir. Bunun için insanlara bekledikleri ve istedikleri gibi davranın ilkesi, aşağıdaki sınır ilkesiyle birlikte ele alınmalıdır.”

“Bir görüş var, modernlik insan ömrünü değil can çekişme süresini uzattı diye. Bu görüşe sempatik bakıyorum ama karamsarlık saçmayayım etrafıma diye susayım. Sadece nicelik değil nitelik önemli ve maalesef günümüzde niceliğin acımasız bir egemenliği söz konusu.”

“Kendi hayatımıza sahip çıkmazsak, “İyi hayat nedir?” sorusunu kendimize sorup kendi cevaplarımızı bulmaya ve ona göre yaşamaya kalkmazsak sahipsiz kalan bir varoluşu doldurmaya yeltenen birçok kolaycı, hazır lopçu bakış, hemen sinek gibi etrafımıza üşüşecektir. Şimdiki hâlimiz de budur. Oysa “mutluluk” nedir diye araştırsak, düşünsek dahi bu berbat kolaycı bakışların ipliğini pazara çıkarmamız mümkün. Sorunuza cevabım şu: Önce ağlayacağız, sonra bize mama vermeye yanaşanlara bakacağız, bunların hepsini özellikle hemen yanımızda bitiverenleri reddedeceğiz. Biz ağlarken uzaktan üzülerek “Vah zavallı insan, ne hâle gelmiş…” diye bakan birisi var, işte onun yanına gidip “Merhaba!” diyeceğiz. Gerisi kolay.”

“Gençler, en çok arkadaş çevresinden etkileniyor, onların okuduklarını, önerdiklerini okuyorlar ama kelime dağarcıklarının artması, dil (ve tabii bu arada zihin) gelişimlerine katkıda bulunması, psikolojik bakışlarının yetkinleşmesi için ben yine de Batının ve kültürümüzün dev romancı ve hikâyecilerinden okumalar yapmalarını önereceğim. Bunlar, Dostoyevski ve Herman Hesse; Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mustafa Kutlu’dur. Gençlerimize ayrıca, hepimiz için tartışmasız en örnek şahsiyet olan Peygamberimizin hayatını güvenilir bir kaynaktan okumalarını, iyice öğrenmelerini salık vereceğim. Benim en beğendiğim siyer kitabı Martin Lings’in “Hz. Muhammed’in Hayatı”dır.”

Hadi yola düşelim

“Yol” sözcüğünün yanına en çok yakıştırdığım  kavram; “hikâye”. Yol hikâyelerini bu anlamda severek okurum. Seyehatnameler de bu kategoriye giriyor elbette. Gezmek, görmek, tanımak, tanıtmak. Bunu bilinçli yapan da var keyif olsun diye de. Yani bilinçli bir şekilde seyyah olup şu alemi gezenler var dünya tarihinde. Onların izlenimlerini büyük bir keyifle okurum.

Kitabın Ortası dergisinde Şeyma Kısakürek Sözmezocak bizleri kitaplar eşliğinde bir yolculuğa çıkarıyor. Seyahatler, seyyahlar, kitaplar arasında dünya turu atıyoruz. Gayet başarılı bir çalışma olmuş Sönmezışık’ın yazısı. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“Sözlü edebiyattan ziyade yazılı edebiyat üzerinden ele almaya gayret ettiğimiz seyahatler ki bu durumda seyahat yazıları olarak adlandırabiliriz; hangi sebebe bağlı olarak yazı çerçevesine büründürülür meselesi ardı mesele olarak karşımıza çıkar. Kurgusal düzleme oturtulan bu yazı türü; olay örgüsündeki muhtevanın bizatihi kendisinin önemi sebebiyle mi yahut sosyal bilimler altında bir kıymet teşkil ettiği için mi kaleme alınır? Muhakkak her iki sebep de kıymettir. Lâkin seyahat yazılarında yazar odaklı bir okumadan ziyade eser odaklı bir okumanın daha önemli olduğuna inanıyorum. Yazarın bu yazıyı kaleme alırken ki gayesinden ziyade; eserin kendi türü ve kurgusu içerisindeki seyahati daha  önemli sonuçlar doğurur. Nitekim birçok seyahat neticesinde vücuda gelmiş bu eserler; edebiyat yahut sosyoloji temelinde, tarih kaydı yahut ontolojik vesilelerle bir önem arz etmiş, müellifini de bu bağlamda önemli kılmıştır.”

“Batı dünyasının hayallerini Doğu Romadan günümüze süsleyen, Doğu’nun en önemli merkezlerinden biri olan İstanbul; 16. yüzyıldan itibaren, İstanbul’a gelen tüccarlar, siyasi ilişkiler nedeniyle gelen elçiler ve onların heyeti içinde yer almış olanlar, askerler, maceraperestler, gezginler ve göz ardı edilemeyecek tutsaklar gibi başta görev icabı olmak üzere, zorunluluk ve hatırat anlayışı içerisinde çeşitli amaçlar doğrultusunda kaleme alınmış gezi notları, hatıralar ve raporlar ile ortaya konulmuştur. 16. yüzyılda yazılmış olan İngiliz seyyah John Sanderson’ın “Seyahatname”si vesilesiyle miladi 1509 tarihinde vuku bulan ve küçük kıyamet diye tanımlanan büyük İstanbul depreminde 13 bin insanın öldüğüne dair bilgileri teyit ederiz. Fransız Hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu hakkında edindiği en detaylı bilgiler; Fransız bir hekim ve bir bilim adamı da olan Olivier’ın, gözlemci bir heyet ile İstanbul’a gelerek 3 sene boyunca yaptığı gözlemleri kaleme aldığı 1798 tarihli “Seyahatnamesi” ile mümkün olmuştur.”

“Seyahatnamelerin İstanbul’daki izlerini sürebilmek günümüze kadar mümkün. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” kitabı da onlardan biri. Daha çok coğrafi özellikleri, mimari yapıları üzerinde durulsa da bu eser de ülkemiz topraklarının, yine bu topraklarda yaşayan bir yazar tarafından kaleme alınmış olması açısından önemli. 1941 yılında “Ülkü” mecmuasında çıkan “Bursa’da zaman ve Hulya Saatleri” yazısı bu eserin temelini oluşturur. 1942’den başlayarak belirli aralıklarla 1945’e kadar sırasıyla; Ankara, Erzurum, İstanbul yazılarını yazar. 1946’da Konya ilavesini yaparak kitabı tamamlar. Bu beş büyük şehrin geçmiş izleri ışığında geleceğe duyulan heyecan ve ümitle şekillenecek olan hayatların merakı çerçevesinde şekillenmiş bu eserde Ahmet Hamdi Tanpınar; İstanbul’u Bizans’tan Osmanlı’ya uzanan tarihi kıymeti ve kültürel planı ile Konya’yı Selçuklu plânında Ankara’yı Roma’dan günümüze uzanan bir kent olarak anlatır. Yahya Kemal’in tarih yorumu kokan bu eser; nitekim kendisine ithaf olunmuştur. Kendi notlarında ve yazılarında okuduğumuz üzere, yaşadığı iki yerde bu kitabı bastıramamış ve bu sebepten ithafını yapamamış olmanın üzüntüsü içindedir. Huzur romanında şahit olduğumuz İstanbul tasvirleri neticesinde hissettiğimiz sevda, bu eserde de en uzun paydayı İstanbul’a vermiş. Diğer seyahatnamelerden bu kitabı ayıran en önemli sebep; gözlemlerin rapordan ziyade daha romantik ve yumuşak cümlelerle, edebî çerçevede okuyucuya sunulması.”

Ali Ayçil de Kitabın Ortası’nda

Deniz Demirdağ, şair-yazar, Dergâh dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ali Ayçil ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Demirdağ’ın sıkı soruları karşısında Ayçil’in ufuk açıcı cevapları özellikle genç edebiyatçıların yol rehberi olacak nitelikte. Yazmak, okumak, yaşamak üzerine birçok ayrıntının olduğu bu söyleşiden paylaşımlar yapacağım.

“Çok yazdım ama o müstear isimle yazdığım yazılar dışında da hiç birini hiçbir yere göndermedim. Bunun haricinde daima bir çalışma masam oldu. Öğrenci evinde bile bana ait bir masam oldu. Akşam bir atölyede çalışır gibi kendi masamın başında okuyacağım ve yazacağım şeylerle alakadar oldum. Yani herhangi bir sebeple herhangi bir yönlendirmeyle yazıya ya da edebiyata girmiş birisi değilim. Ben doğamın bir parçası olarak başladım. Doğal bir akışta gerçekleşti bu eğilimim. Şuan da oturduğumuz masaya gelene kadar başka bir hayatı hiç aklıma getirmedim. Ama bu edebiyat serüveni yağdan kıl çeker gibi yürüyen bir serüven midir? Hayır! İnsanlar bazen hikâyenin sonuna odaklanır. Hikâyenin meşakkatlerini görmezler, özellikle de gençler. Zannediyorlar ki bir zıplamada çıkılmış hayatlar var. Hayır, böyle bir şey yok. Ekonomik sıkıntılarda dâhil yazınsal sıkıntılarda dâhil; yayınlanmamış şeylerin o başımızdan kaynar su dökülmüş duygusunun bıraktığı o durumlar da dâhil bir sürü iniş çıkışlar yaşıyoruz. Âdeta bir mehter birliği gibi iki ileri bir geri gidiyoruz. Eğer yaptığınız şeyleri seviyorsanız, önemsiyorsanız ve yolculuğunuza inanıyorsanız; doğrusu yolun hâlleri de cefası da kendi içinde zevkli bir hâl alıyor. Benim şansım edebiyatın içinde yaşama olanağı bulmuş olmam.”

“Şiir bizimle ilgili tek gerçek haberdir. Kutsal kitapları bir kenara koyarsak insanla ilgili yazıya dökülmüş en hakiki haberdir. Burada neyi kastediyoruz? Normalde varlığımız kullandığımız dilin imkânlarıyla sınırlandırılmıştır. Yani Orhan Veli’nin anlatamıyorum dediği bir sınır vardır. Herkesin hayatında çok sık ya da belli aralıklarla bir anlatamama durumu vardır, her insan bir yerden sonra anlatamaz. Neyi anlatamadığımız bir tarafta anlatmak için kullandığımız malzeme de öbür tarafta. Bir anlatamadığımız şey var bir de dil var. Ya dil yetmiyor anlatamıyoruz ya da içimizdeki şeyin ne olduğunu bir türlü idrak ve tarif edemiyoruz. Şiir bu anlatamama durumunu, bize ait gerçek haberi yapar. Bu yüzden hem okuyan hem yazan arasında özel bir bağ oluşturur. İkincisi şiir, roman gibi hikâye gibi bütünüyle edebiyatın dünyevi yanıyla ilgili bir tarz değildir. Şiir daha çok müziğe yatkın ve ontolojik bir daldır. İlk insandan beri süregelen dünyada bulunma şaşkınlığının her yeni kuşak tarafından dil üzerinden tekrarlanmasıdır. Bu şaşkınlığı ne kadar çok hissediyorsak o kadar çok da dünyayı anlıyor ve hatta hoş görüyoruz demektir. “

“Bir kere özellikle şiir bağlamında söylüyorum, şiir bir tebliğ aracı, bir mesaj verme aracı ya da başka bir kısım anlatım yollarıyla beraber kullanılan herhangi araç değildir. Şiirin mesajı bizzat kendisidir. Bu söylediğim cümleyi de ancak edebi zekâsı olanlara anlatabiliriz. Şiir zaten hakikat durumunun parçasıdır ya da bir hakikat durumudur. Hakikat durumu olan bir şeyin ayrıca hakikatini aramak, karpuzun üstüne karpuz yazılmasına benzer. Doğal olarak büyük edebi yapıtların en önemli özelliklerinden birisi herhangi bir mesaj içermemeleridir. Ama bundan daha da önemli yanları büyük bir mesaj içermeleridir. Büyük edebi metinlerin en büyük özellikleri büyük bir mesaj barındırmaları ve bu mesajlarında zaten kendileri oluşudur.” 

“Övünerek söyleyebilirim ki okurluğum yazarlığımdan daha iyi bir durumda. On altı yaşımdan beri istikrarlı bir şekilde okuyorum. Yaklaşık yirmi yılı aşkın bir zamandır çantamda hep bir kitabım vardır. Şuanda da çantamda yarısına geldiğim bir kitabım var. Dışarıda genellikle hikâye ve roman, evdeki masam da da daha çok düşünce kitaplarını ve şiir okurum. Bu düzenimi nispeten devam ettirmeye çalışıyorum. Ayrıca garip bir şekilde iyi bir roman okuruyum. İyi bir romancıçıkmışsa, Türkçe’ye çevrilmişse hemen alır okurum. Geçen yıl Bulgar bir romancı olan Georgi Gospodinov’u söylediler hemen iki üç romanını alıp okudum. Yine seçerek deneme, hatıra ve hikâye de okuyorum. Bazen de okumalarım sırasında önceden hesaplanmamış bir kısım ziyaretler oluyor. Diyelim ki Yahya Kemal ile ilgili bir şey okuyorum, sonra dönemin hatıratlarından bir kaçını okumam gerekiyor. Oradan Yakup Kadri’ye oradan Ahmet Haşim’e; bir bahçeye girmişken o bahçenin meyvelerini mümkün olduğunca tadarak, karanlık bölgelerini görerek, etrafını iyi kötü keşfederek çıkayım belki bir daha o bahçeye dönme imkânım olmaz, diye düşünüyorum. O yüzden böyle akraba okumalarım da olur.”

Beyin deyip geçmeyin

Kitabın Ortası dergisinde en beğendiğim bölümler dosya bölümleri. Ele alınan tema en ince ayrıntısı ile işleniyor. Temaya dair kaynak çalışmalar, kitaplar paylaşılıyor. Titizlikle ele alınan konular hakkında yorumlarla detaylı inceleme yapılıyor. Kitabın Ortası dergisini özel yapan ayrıntıların başında bu çalışmaların geldiğini söyleyebilirim.

Defne Balcı bizleri beynin kıvrımları arasında bir yolculuğa davet ediyor. Tarihin Bitmeyen En Büyük Keşfi: İnsan Beyni isimli yazısında Balcı beyin konusunda önemli kitaplara dikkat çekiyor. Prof. Dr. Serdar Dağ’ın Üvey Evlat Beyin, Prof. Dt. Tayfun Uzbay’ın Görünmeyen Beyin, Nedim Güzel’in Beyin  Yönetmeni, David Eagleman’ın  Incognito: Beynin Gizli Hayatı yazıda adı geçen ve incelenen kitaplar.

Tarımdan endüstriye evrilen edebiyat

Ihlamur dergisi 81. Sayısının soruşturma konusu bu; “Tarımdan Endüstriye Evrilen Edebiyat”. Konunun özgünlüğü tam Ihlamur’a has. Tebrik ediyorum emeği geçen herkesi. Yapmak için yapılan dosyalardan değil. Emek mahsulü bir çalışma. Dosyaya katkı sunanlardan paylaşımlar yapacağım.

“Köy edebiyatı daha çok şehirden gelen insanların köyü mekân, köylüyü kahraman kılmasıyla mümkündür. Cumhuriyet döneminin ideal köycülük politikası vardı. İşçiKöylü Partisi bile kuruldu. Sanayileşme yetersiz olunca devrim ancak işçi-köylü işbirliği ile mümkündü. Elbette asker-aydın öncülüğünde. Göç hareketliliğine bakınca nüfus yoğunluğu şehirlere kaydı. Köyler boşaldı. Fikrimin İnce Gülü’nde (A. Ağaoğlu) öksüz, yetim büyümüş Bayram, Almanya’da çalışıp sonunda satın almayı başardığı arabasıyla, saflık ve el değmemişliğiyle bir kızı andıran Mercedesiyle tozu dumana kata kata köyüne gireceği, sonunda dört tekerlekli motorun efendisi olup itilip kakılmışlıktan kurtulacağı anın hayalini kuruyordu. Köy ütopyası gibi devrildi ve hurdahaş oldu. Zaten taşımalı eğitimle başlamıştı köylerin boşalması. Okullar terk edilip viraneye döndü. Köylüyü medenileştirecek öğretmen yok artık köylerde. Avrupa’da olduğu gibi köylüleri köyde kalmaya teşvik edecek destekler yerine, her köy büyükşehir sınırlarına dâhil edilerek mahalle yapıldı. Adı değişince kaderi değişecek sanki. En yakın ilçe, şehir, evlatların yanına taşınmak derken köyler kaderine terkedildi. Emeklilikten sonra yaşlıların ölüme hazırlandığı mekana evrildi köyler. Miras hukukuyla parçalanan arazi kimseyi doyurmuyor. Endüstri çiftçiliği yapan güçlü bir şirket arazileri kapatmak için gelirse, belki bir umut.”

Mustafa Everdi

Bence her iyi eser okurun ilgisini çeker. Ancak benim saptadığım bir nokta var ki kentsoylu insanlar Anadolu gerçeğinin pek de farkında değiller. Ülkenin doğusuna yapılan turistik amaçlı ziyaretler Anadolu coğrafyasını tanımak için yeterli olabilir ama Anadolu insanını tanımak için yeterli değildir. Başka bir sorun, hatta en önemlisi ülkemizdeki okur sayısının az olması. Nitelikli okur sayısı daha da az. Öte yandan tarım toplumları hızla kentlileşmeye başladı. Böyle bir kitap projesine elbette sıcak bakarım. Ancak, bana göre her yazar karşılığı kendinde olan şeyleri yazmalıdır. Böyle bir projede yer almak tarım toplumunu çok iyi gözlemlemeyi, bir köyde uzun zaman yaşamayı, etüt etmeyi gerektirir.

İlkay Yılmaz

Tarım toplumu-sanayi toplumu gibi ayrımlar bizde pek işlemez. Biraz ondan biraz bundan ortaya karışık bir haldeyiz. Ne tarım toplumu gibi olduk. Ne sanayileşebildik. Şimdi de bilişim-iletişim çağındaymışız ama bizimkisi tam bize göre bir hayattır. Köy romanı yazılsa okunur mu? İnsanlar bilim-kurgu diyerek uyduruk teknolojik masalları bile okuyorlar da iyi köy romanı yazılırsa neden okunmasın? Bir diğer mesele; romanın büyük bir işlevi olduğuna pek inanmıyorum. Romanın sırtına çok 15 misyon yüklemek biraz kolaycılık olur. Herkes işini yapacak romancı da hikayesini anlatacak. Yoksa mesela iktisatçı susacak da romancı konuşacak onun yerine dersek romanı hak etmediği bir tahta oturtmuş oluruz. Olmaz yani. Romana hak ettiği kadar değer verilmelidir. Romancının bir fikri varsa otursun makale yazsın ama romanın yakasını bıraksın derim.

Mustafa Çiftçi

“Köy romanları zaten edebiyatımızın kilometre taşlarıdır. Bu alanda yazılabilecek en güzel romanları ustalarımız neşretti. Bunun üstüne koyulabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Ancak gıda ve dolasyısıyla tarım hiç bitmeyecek bir sektör. Bu nedenle modern zamanlarda tarımsal kalkınma olabilir mi sorusuna cevap veren romanlar yazılabilir. Bir de bizim kırsal bölgelerimiz eğitim konusunda zayıf bölgelerdir. Reşat Nuri Güntekin Çalıkuşu ile bu probleme çözümler aradı. Hala da bence bu soruna bir çözüm bulunamadı. Bu bağlamda romanlar yazılabilir.”

Yusuf Koşar

“Sosyoekonomik bir olgu olarak ülkemiz bağlamında burjuvazimizin hâlâ ağavari nitelik taşıdığı bin türlü kanıtıyla ortada. Kurucusu olduğum Bursa Yazın Sanat Derneği’ndeki başkanlığım sürecinde bu savımı kanıtlayacak gerçeklikler yaşadım. Tek örnek; bütün çabama, özel görüşmelerime karşın Bursa ağavari burjuvasının bir tekinden bile edebiyat etkinliklerimize destek alamadım. Bugün de (Yönetim Kurulu’ndayım) alamıyoruz.”

Şaban Akbaba

“Tarım toplumunda ekonomi, başta aile olmak üzere, köylerde “imece” üzerine kurulu bir ekonomidir. Tarımsal etkinlikler teknoloji gelişse bile ancak beraberce sürdürülebilir. Bu açıdan aile ve toplumsal bağlar güçlüdür, kişi tek başına yaşayamaz ve hatta yaşamsal kararları veremez çünkü iktisadi olarak bağımsız değildir. Yaşamını bu işbirliğiyle sürdürmektedir. Düşünsel ve duygusal bağımsızlığın zemini yoktur. Oysa endüstri toplumunda yaşayan biri hayatını tek başına kazanmaktadır, yani iktisadi olarak bağımsızdır. Bu durumda kararlarını kendi verebilmektedir. Elbette iktisadi davranışlar daha yavaş değişmektedir. Köyden kente gelip çalışan biri köyün davranış kalıplarını sürdürecek ve gelecek nesillere bu kültürü aktarmaya çalışacaktır. Ancak koşullarla davranışlar arasındaki gerilim son derece karmaşık ilişkiler türetir. Gecekondu kültürü tam da bu karmaşayı dile getirir. Ancak bir süre sonra endüstri ilişkileri baskın hale gelir ve bir iki nesil sonra kent kültürü herkesi etkiler. Giderek herkes bağımsız bireyler haline gelir. Aileler bu kurguya göre yaşar, insanlar bu kurguya göre yaşar… Bunun elbette yabancılaşma, yalnızlaşma gibi dayanılmaz sonuçları da vardır ama sonuçta toplum bireylere bölünür. Her şey gibi roman da artık bireyler üzerinden örülür…”

Şener Aksu

“Evet tarım toplumunda yardımlaşma hayatta kalmanın da zaruri kıldığı bir haldi. Genel toplum ilkeleri de bu zarureti ölçülere bağladı. Buradan şahane hayat şekilleri yarattık. Bu dediğim köy romanlarından bağımsız bir yaşama üslubunu belirtme maksadını taşıyor. Köy romanları bizde bir merkezin tercihiyle doğdu. 1940’ların tercihidir. Köyü iyi anlatmaktan ziyade projeyi yüklemek için yazılmışlardı. Yine de iyi denebilecek yönleri çoktu. Artık köyde ve şehirde o hayatı yaşamıyoruz. Kollektif hayattan uzağa düşen bir dünyadayız. Öyle bir döneme geldik ki ferdi merkeze alan anlayışlar öne çıktı. Günün hayatı da bunu teşvik ediyor. Biz Türkler tam böyle olamayız. Bu iki hususu barıştıracak bir orta yolu zamanla bulacağız. Bulmak zorundayız.”

Yağmur Tunalı

Ezbere dayalı, hayat bilgisini ıskalamış, fen bilimleri ağırlıklı, ikide bir yöntem değiştiren bir sistem diye düşünüyorum. Açıkçası çok fazla bilmiyorum. Okul çıkışında gözlediğim öğrenciler bende bu düşünceyi oluştuirdi. Marka giymeyen çocuk aşağılık duygusuna kapılıyor. İstanbul’da. Anadolu kentleri daha farklı ama özlemleri aynı.

Nemika Tuğcu

Encümen-i Buhara!

Dünyada güzellikler de var diyeceğimiz bir iyi niyet hareketinin adıdır Encümen-i Buhara. Rusya’nın zulmüne karşı ayakta durmaya çalışanların ortaya koydukları bir yürek hareketidir. Buhara’ya yardım amacıyla kurulan bu dernek ve derneğin faaliyetleri hakkında Naci Yengin yazmış Ihlamur’da. Artık dernek yok ama yürekli insanların bir zamanlar  her türlü yasak ve zorluğa rağmen yaptığı bir mücadele var. Yazıda Naci Yengin’in Buhara’nın son emiri Âlim Han’ın Türkiye’de yaşayan oğullarından Abdulkebir Yüce ile yaptığı görüşmenin notları var:

“Encümen-i Buhara Derneği sosyal yardım ve kültür dayanışma amacıyla kurulmuş bir yardım derneğidir.” şeklinde özetlenebilecek derneğimizin başkanlığına Emir Âlim Han’ın çocukları; ağabeylerim Said Mansur Âlimi, başkan yardımcılıklarına Said İbrahim Âlimi, Said Rahim Âlimi ve benimle Türkistan’dan Afganistan’a göç etmek zorunda kalmış Muhammed Hüseyin Veda ve Said Osman Suduri’den oluşan bir yönetim kurulumuz vardı.”

“Altı ay kadar gizli faaliyet sürdüren Encümen-i Buhara Derneği halkın büyük teveccüh göstermesi üzerine kendini halka tanıtmak amacıyla 1956 Temmuz ayında bir cuma günü, namazdan sonra ulema ve ileri gelenleri derneğe davet ederek açıkça faaliyette bulunmaya başladı. Gönüllü olarak öğretmenler derneğe yardım ediyor, halk elinden geldiği kadar yardımlarını esirgemiyordu.”

“Derneğe gidip gelenlerin tutuklanacağını, derneğin hükümet aleyhine çalışmalar yaptığını” bahane eden dönemin hükümeti insanların gönlüne korku salmış, 1959’da derneği kapatmıştır. Hükümet ajanları yer yer derneğe gelen, Türkçe konuşan ve milli düşünen gençlere baskı yapıp sorgulamaya başlamış ve bu durum zaten vatandaş olarak görülmeyen Türkistanlılar arasında huzursuzluk yaratmıştı. İş, aş ve ekmek derdinden başka bir düşüncesi olmayan Türkistanlılar derneğe gelerek bir nebze olsun vatan özlemini gidermek istemiş ancak Afgan hükümetinin Rusya’nın baskılarına boyun eğerek dernek üzerindeki baskıları derneğin kapatılmasına kadar gitmiştir. Ve nihayet dernek 1959’da kapatılmıştır. Derneğin Buhara Emirliği’ne ait olan bayrağı yerinden çıkarılmış ve insanlar son kez bayrağa sarılarak gözyaşı dökmüşlerdir!”

Kıraathane notları

Alperen Narsa Kıraathane Notları’na devam ediyor.

“Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem’den “Cem Sultan” şeklinde bahsedilmesini doğru bulmuyorum. Her ne kadar Şehzade Cem Osmanlı Ulu Devleti’nin 36 padişahı arasına adını yazdıramamış olsa da bir şekilde saltanatını ilan etmiş, hutbe okutmuş, para bastırmış bir kişi idi. Bu yüzden onun için “Sultan Cem” ifadesi kullanılmalıdır. “Cem Sultan” ifadesini Cem’in muhalifleri çıkartmışlardır ve “Bakın sizin şehzadeniz padişah olamadı; Sultan Cem olamadı, ancak Cem Sultan oldu tıpkı Hürrem Sultan/ Kösem Sultan gibi” şeklindeki yorumlarıyla Cem’e hakaret etmeyi amaçlamışlardır. İsmail Hikmet Ertaylan’ın “Sultan Cem” adlı kitabı bu anlamda takdirle anılmalıdır.”

“Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem’den “Cem Sultan” şeklinde bahsedilmesini doğru bulmuyorum. Her ne kadar Şehzade Cem Osmanlı Ulu Devleti’nin 36 padişahı arasına adını yazdıramamış olsa da bir şekilde saltanatını ilan etmiş, hutbe okutmuş, para bastırmış bir kişi idi. Bu yüzden onun için “Sultan Cem” ifadesi kullanılmalıdır. “Cem Sultan” ifadesini Cem’in muhalifleri çıkartmışlardır ve “Bakın sizin şehzadeniz padişah olamadı; Sultan Cem olamadı, ancak Cem Sultan oldu tıpkı Hürrem Sultan/ Kösem Sultan gibi” şeklindeki yorumlarıyla Cem’e hakaret etmeyi amaçlamışlardır. İsmail Hikmet Ertaylan’ın “Sultan Cem” adlı kitabı bu anlamda takdirle anılmalıdır.”

“Kırmızı Saçlı Kadın” Orhan Pamuk’un şimdiye kadar yazdığı ve bundan sonra yazacağı romanlarının en kötüsüdür. Şahsen, Orhan Bey’in mahkemeye başvurup “Bu romanda imzam izinsiz olarak kullanılmış!” içeriğinde bir dilekçe vermesini tercih ederim.”

“Değirmenimden Mektuplar” adlı eserini pek sevdiğimiz Fransız yazar Alphonse Daudet’in sömürgeci yanı üzerinde hiç durulmuş mudur acaba? O güzel üslubuyla okuyucuyu alıp götüren Daudet’in satır aralarında sömürgeciliği mazur hatta haklı gösterme çabasının kaçımız farkında?”

Anadolu benim

Öznur Sondül’den Anadolu kadar sıcak bir yazı var Ihlamur’da. Sondül, çalışkan ve kelimelerin gücünü seven bir genç yazarımız. Onu daha çok göreceğiz dergilerde. Okuyor, üretiyor ve bulunduğu yeri iyi biliyor Öznur Sondül.

“Eli kalem, kazma, kürek tutan, ayağı nasırlı, yüzü toprak kokan, demet demet ekin biçen, peygamber mesleğine kavalıyla eşlik eden, bir lokma ekmeğini yoldaşıyla bölüşen Sakarya’dan Fırat’a biz Anadolu’yuz. Edip Cansever’in ‘Mendilimde Kan Sesleri’ şiirinde dediği gibi “insan yaşadığı yere benzer/ o yerin suyuna o yerin toprağına benzer/ suyunda yüzen balığa/ toprağını iten çiçeğe/ dağlarının tepelerinin dumanlı eğimine...”

Anadolu insanı da dağları gibi heybetli, rüzgârları gibi sert, Seyit Onbaşı gibi güçlüdür. Toprağında akan nehirler gibi saf ve temiz, toprağı kadar dosttur. Bu toprakla yoğurulmuş, yüreği ormanlarının rengini almıştır. Mustafa Uçurum da Anadolu’yu getirerek gözlerimizin önüne insan ve mekân ilişkisine dikkat çeker; “Coğrafyanın insan üzerinde önemli bir etkisi vardır. Her coğrafyanın insanı farklı bir yüzle bakar dünyaya. İnsan zamanla yaşadığı coğrafyanın haline bürünmektedir. Her şehrin ayrı bir ezgisi, ağıtı ya da uyanışı vardır. İnsanın yaşadığı yere benzemesi bu yüzdendir.” İnsan yaşadıkça kendini yaşadığı yerin bir parçası olarak hisseder. Her yerde kendisi vardır, yabancılık hissetmez, oraya aittir. İşte biz de Anadolu gibi bağrı yanık, Anadolu gibi dalgalı, Anadolu gibi bir yüreğe sahibiz.”