Sarıyer, İstanbul'un kuzeyinde yalnız kalmış, aslında her bir semtinde birçok hikâye barındıran bir ilçe. İlçeye adını veren Sarıyer, yalnızca küçük bir semt; tıpkı diğer kısımları gibi. Bu ismin nereden geldiğiyle ilgili birçok görüş var. Bölgede madenler bulunması dolayısı ile altın-sülfür ile alakalı olması ihtimali bulunmakla beraber Sarıbaba isimli bir zattan da gelmiş olabileceği söyleniyor. Bütün Boğaziçi gibi Sarıyer de kıyılarından doğmuştur, öyle ki 1930 yılında ayrı bir belediye haline gelmeden önce kıyıları Beyoğlu Belediyesi'ne bağlıydı. Kuzeyde bir nahiye olan Kilyos ise Çatalca'ya bağlıydı. Bir belgede görüldüğü kadarıyla bölgenin güvenlik işlerine de Beşiktaş bakardı.

Eğer yürüyüş yapmayı, deniz kıyısında bulunmayı ve denizi seven biri iseniz çok hoş bir rotası var Sarıyer’in. İstinye'den yavaş yavaş yürümeye başladığınızı varsayalım. Karşınıza önce Yeniköy'e geçen caddedeki İstinye İskelesi çıkacaktır, iskelenin yanında göze hoş gelen işlemeli bir çeşme bulunmakta. Su Vakfı sitesindeki bilgilere göre 1908 yılında yapılan bu çeşmeye İnsan suresinin 21. ayeti yazılmış. Buradan Avusturya Konsolosluğu önüne kadar gideceğiniz yol, deniz kıyısından uzaklaşmış olacak. Ama İstanbul'a göre kalabalıktan uzak olması sebebiyle şaşırtıcı ve güzel bir caddede devam edeceksiniz yürümeye. Yürüyüşe sağ taraftaki parkın içinden geçerek devam ederseniz yıpranmış, III. Selim'in annesi Mihrişah Valide Sultan hayratı olan bir çeşme ile karşılaşacaksınız. Çevrenize bakarak yürürken karşınıza 1908'de Yeniköy Belediye dairesinde de görev yapmış, İttihad ve Terakki döneminin Sadrazamı olan Kavalalı soyundan gelen Sadrazam Said Halim Paşa'nın köşkü çıkacaktır.

Yeniköy bir süre bucak olarak İstanbul Şehremaneti'ne bağlı kalmış. Hatta 1915-1917'de Yeniköy'ün yöneticisi Rus esaretinden kaçarak memleketine dönmeyi başaran İhsan Latif Paşa'dır. Hatıralarını anlattığı Bir Serencam-ı Harb kitabı da burada yazılmış. 1969'da Yeniköy’ün bucak statüsü kaldırılmış. Konağın az yukarısında Panayia Kumaiotisa Kilisesi bulunur. Adnan Özyalçıner'in Öyküleriyle İstanbul Anıtları kitabında kilisenin iki defa yandığı, Yeniköylü Karatheodori Paşa'nın 1836'daki veba salgınında faydaları sebebiyle Sultan II. Mahmud'un izniyle yapıldığı belirtilmektedir. Boğaziçi kıyılarının bir özelliği de vebadan korunmak için bu bölgeye gelen insanlara yuva olmasıdır. Baron de Tott bölgeye bu sebeple geldiğini açıkça belirtmiştir.

Avusturya elçiliği

Konağı ve kiliseyi geçtikten birkaç dakika sonra alabildiğince boğaz kıyısı ile karşılaşacaksınız. Bu kıyının başladığı noktada Avusturya elçiliği bulunuyor. Kıyıdaki sefaretler ve sahilhanelerin tam hizasında bulunan belediyeye ait bir tabela buradan Sarıyer'in içine giden yolun 7 kilometre olduğu ve her 1 kilometrede nereye varacağınızı gösteriyor. Ancak benim hesabıma göre bu mesafe 10 kilometre. Bu yol eğer kışın veya rüzgârlı bir günde kat edilirse, sağ yanınız sürekli denize açık olduğundan rüzgârın düzenli ve şiddetli çarpması o bölgeyi uyuşturabiliyor.

Anadolu yakasında kalan Kandilli ve Kanlıca’da, kıyıları yalıların kapatması dolayısı ile, yürüyüş imkânı yok. Bu kıyılar, 1624 yılı Temmuz’unda Ukrayna'dan gelen Kazaklar tarafından Rumelihisarı'na kadar yakılıp yağmalanmış. Halil İnalcık İstanbul'a erzak getiren Rum ahalinin yağmalanmasının büyük ses getirdiğini yazar. Hem bu yağmalar hem de Osmanlı mimarisinin 19. yüzyıla kadar ahşap yapılardan oluşması bölgedeki tarihi izleri kesiyor olmalı.

Caddeyi takip etmeye devam ettiğiniz zaman, karşınıza Orduevi ve bitişiğinde Cumhurbaşkanlığı konutu olan Huber Köşkü çıkar. Köşkün adı burada konaklamış olan ve Alman silah şirketlerinin Türkiye distribütörü olan Huber kardeşlerden gelmekte. Köşkü geçtikten sonra Almanya yazlık sefareti ile karşılaşıyoruz. Buraya Alman İmparatoru II. Wilhelm'in de uğradığı biliniyor. Ayrıca bahçesine Osmanlı cephelerinde çarpışırken hayatını kaybetmiş çok sayıda Alman askerleri defnedilmiş. Kutü'l Amare zaferinde de katkısı olan 6. Ordu Komutanı Goltz Paşa'nın cenazesi de bu bahçeye defnedilmiş. İçeride heykeli bulunan çok mühim bir Alman olan Moltke, Türkiye Mektupları'nda şöyle bir tarif yapmakta: “Boğaziçi'nin her iki kıyısında bir ev birini, bir köy ötekini takip ediyor ve hepsi birden, İstanbul'dan Büyükdere'ye kadar olan üç millik mesafede, zarif köy evleri ve hükümdar sarayları, balıkçı kulübeleri, camiler, kahveler, hep eski saraylar ve şirin köşklerden upuzun bir şehir teşkil ediyor.”

Biraz daha ilerlediğinizde Tarabya'ya gelmiş oluyorsunuz ve heybetli Tarabya oteli sizi karşılıyor. Eskiden Tokatlıyan isimli bir Ermeni’ye ait olan otel, zamanla el değiştirerek bugünlere gelmiş. Tam bu hizadan Kireçburnu önlerine kadar olan kıyıda İngiltere ve İtalya sefarethanesi de bulunmaktaymış bir zamanlar ama yandıkları için günümüze gelememiş.

Godefroy de Bouillon'un çınarları

Eskiden burada ressamların gravürlerini de dolduran 9 ağaç kümesi bulunurmuş. Bu ağaçların 1. Haçlı Seferi'nde burada karargâh kurduğu söylenen ve Kudüs'ün ilk Haçlı kralı olan Godefroy de Bouillon'un çınarları olduğu sanılıyor. Yine Moltke şöyle anlatıyor: “...Tarabya ile Büyükdere arasındaki küçük bir derbentte bir küme pek güzel ağaç vardır... ‘Buranın adı Kireçburnu'dur. Burası benim her yerden fazla sevdiğim bir köşedir. Denizden rahat bir kayıkla ya da tepeler üzerinden atla yahut yamacın eteğinde dalgaların yaladığı dar patikadan yayan olarak burayı ziyarete gelirim. Burada nice saatlerimi hülya içinde geçirmişimdir.”

Aynı zamanda bu semt bir kaç sene önce burada çekilen Leyla ile Mecnun dizisinden dolayı bilindik bir hale geldi. Buraya uğrayanların ilk durağı dizideki ev ve bakkal oluyor. Devam ettiğinizde karşınıza Kefeliköy ve yol ayrımı çıkıyor. Semtin adının Kırım'ın Kefe bölgesinden oraya yerleştirilen insanlardan geldiği söylenir. Baron de Tott da Kefeliköy'de ikamet etmiş ve o sıralarda (1755) şeyhülislam efendinin de Büyükdere'de yaşadığını söylemektedir. Eğer kıyıyı takip etmezseniz, Salah Birsel'in Boğaziçi Şıngır Mıngır kitabında kokusu Emirgan'dan Hacıosman Bayırı'na kadar yayılan çilekleri anlattığı bölgeyi de görmüş olursunuz.

Kıyıdan biraz daha ilerlediğinizde Cezayirli Gazi Hasan Paşa Camii ile karşılaşırız. Eskiden yolun kesmediği, denize sıfır olduğu fotoğraflar ile görülen camii, aslında 16. yüzyılda Cerrah Mahmud Efendi tarafından yaptırılmış, tamiratını Kaptan-ı Derya yaptırdığı için onun adıyla anılır olmuş.

Fuad Paşa Yalısı

Biraz daha ileride bu sefer Tanzimat döneminin Ali ve Reşid Paşalar ile birlikte en önemli isimlerinden olan, Sadrazamlık ve Hariciye Nazırlığı yapmış ve Sultan Abdülaziz'in Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında bulunan Fuad Paşa Yalısı ile karşılaşacağız. Sonra kıyının karşısında İspanyol sefareti görülür yanında bir Ermeni kilisesiyle birlikte. Burada neden bu kadar çok sefarethanenin olduğu sorusuna cevabı Tanpınar'ın Beş Şehir kitabından alıntı ile cevap vermek istiyorum.

Tanpınar, “İbrahim Paşa zamanında ve onu takip eden zamanlarda Büyükdere, biraz sonra III. Selim'in Fransız Sefareti'ne bir yalı hediye etmesiyle Tarabya ecnebi kolonisinin yazlığı olurlar. Yine Salah Birsel, Sultan IV. Mehmed'in Büyükdere'de Yeniçeri Ağasının bahçesindeki kirazları gördüğü zaman, ağaya ‘Bahçen mübarek. Ama bensiz yersen boğazında kalsın.” dediğini ve sultanın kiraza çok düşkün olduğunu, Büyükdere'den aldığı bir sepet kirazı Topkapı Sarayı'na dönene dek sandalında silip süpürdüğünü söyler.

Rus sefaretinin devamındaki yolda ayrıca film ve dizilere ev sahipliği yapmış yalıları görebilirsiniz. Ve 7 kilometrenin bittiğini işaret eden levhanın yanında, Mezarburnu da denilen yerden Sarıyer çarşısına girerken bir yapının duvarındaki tuğra göze çarpar. Eskiden karakolhane olarak kullanılmış olan bu bina şu günlerde askeri orduevidir.

Yiğit Baldan