Giriş
“Fikrimin İnce Gülü”, hikâye, oyun ve deneme türlerinde de pek çok esere imza atan Adalet Ağaoğlu’nun roman türünde kaleme aldığı ikinci kitabı olma özelliğini taşır. Zenginlik, güç, saygınlık hırsı, ezilmişlik, cehalet, sadakatsizlik ve yalnızlık gibi olumsuz duyguların yanında sevgi ve tutku gibi temaların da işlendiği hikâye boyunca insan sevgisi bile meta ve varlık sevgisi kıyaslanır.
Eser, zamanında köyünü bırakıp çalışmak üzere Almanya’ya giden ve bütün hayali kendine bir Mercedes alıp onunla köye dönmek olan Bayram’ın acıklı, hüzünlü ve biraz da komik yol öyküsünü konu edinir. Bir Mercedes sahibi olmayı, itibara giden yol olarak gören Bayram bunu, kendini doğup büyüdüğü köydeki insanlara ve aynı zamanda bırakıp gittiği sevgilisine kendisini kanıtlamanın yegâne yolu olarak kabul eder.
Adalet Ağaoğlu, bir “Almancı” olan Bayram’ın öyküsü üzerinden o dönemde Almanya’ya göç eden Türk işçilerinin profilini ortaya çıkarır. Okuyucu, neredeyse tüm hayatı boyunca hayalini kurduğu arabaya kavuşmasını takip eden yolculuk süresince Bayram’ın zengin olma peşinde koşarken kaybettiği insanî nitelikler, bozulan psikolojisi ve en nihayetinde ortaya çıkan hayal kırıklıklarına şahit olur. Hikâyenin sonunda bir araba kazanmak uğruna kaybettikleri, Bayram’ın suratına bir tokat gibi çarpılır.
İsmini, Bayram’ın geride bıraktığı sevgilisi Kezban’ın ona hediye ettiği plakta yer alan “Fikrimin İnce Gülü” adlı şarkıdan alan kitap, aynı zamanda Türk Edebiyatı’nın ilk yol romanı olarak kabul edilir. 1970’li yılların Türkiye’sinin kültürel mozaiğine dair detaylar sunan “Fikrimin İnce Gülü” romanı, senaryo hâline getirilerek beyaz perdeye de aktarılmıştır.
Kitap özetinden bölümler:
Balkız
Sürücüsünün bal rengi olduğuna inandığı Mercedes, Bulgaristan çıkışını geride bırakmış, sınır kapısına epeyce yaklaşmıştı. Bayram, direksiyonuna kurulduğu Mercedes’e dışarıdan baktığını bir kez daha hayal etti. Arabanın tozunu yüreğiyle aldı, tüm kalbiyle sevdi, okşadı onu. Sınır kapısına varmak üzereyken önünde bir kamyonet vardı. Üstü resimli ve “Güldenhouse” yazılı olan bu kamyonet, Bayram’ın görüş alanını kapatıyor, karşıdan gelenlerin de kendisini görmesine engel oluyordu. Deniz yeşili şapkasını düzeltip üzerinde “Franz Lehar” yazılı olan gömleğinin açık duran yakasını çekiştirdi. Sakince direksiyonu okşadı.
Haziran’ın son günleriydi ve sabah saatlerinde parıldayan güneş bunaltıcı bir gün olacağını haber veriyordu. Önündeki kamyonet ilerleyip Gümrük Kontrol’ün karşısında, ona gösterilen yerde durdu. Bayram’ın ise hiç acelesi yoktu. Memurların hepsi onu görsün, Mercedes’inin içeri girişini izlesin, istedi. Oturuşunu biraz daha dikleştirdi. Dikiz aynasını düzelttiği sırada arkadan bir Ford Escort’un yaklaştığını fark etti. Veligiller idi bunlar. Salkım saçak bir hâldeydiler. “Bir de kalkıp eşyaların bir kısmını sana yüklemek istemişlerdi Balkız.” diye geçirdi içinden Bayram. Çocuklardan birini almayı kabul etmeyince eşyaları, hele ki o televizyonu Balkız’a yüklemek için ne kadar da ısrar etmişti Veli. Bayram, Balkız’a kıyabilse zaten kendi akrabaları için hediyeler alıp koyardı içine. Köyde amcasının hasta olduğunu bildiği hâlde ona bile hiçbir şey almadan gidiyordu. Çocuklardan birini alsın da sümüğünü, tükürüğünü Balkız’ın yepyeni koltuklarına silsin değil mi… Kapıları, camları mahvetsin. O, oturmaya bile kıyamazken…
Oysa Bayram, bu Mercedes’i alabilmek için canını dişine taktı. Bir saniye bile boş durmadı. Her fırsatta çalışma saatlerini artırdı. Yol parası, memlekette bir aylık tatil, Ballıhisar halkının kendisiyle “İncegül Bayram” diye alay etmesine izin vermeyecekti. Bir araba için daha kaç saat çalışması gerekiyordu? Son üç yıldır kendisine tek bir dakika bile ayırmamıştı. Fenik, Fenik, Mark Mark biriken Mercedes parası bir yerde, çalışmaktan canı çıkan Bayram bir yerde.
Ballıhisar’a varana kadar üzerine toz kondurmayacaktı Balkız’ının. Çantamı mı istiyorlar, alsınlar, baksınlar bakalım gümrüğe takılacak tek bir çöp bile var mı? Bayram, köylüye bir “Merhaba” demeye gidiyordu sadece. Bir de Kezban’a tabi…
Gümrükte nöbeti henüz devralan Nuran Hanım’ın masasının önünde durdu. “49 doğumlusun, öyle mi?” diye sordu kadın. Aslında otuz dört olduğunu söyledi Bayram, köy yerinde kimlikleri geç çıkartırlardı. “Ne diye böyle yaparlar anlamam.” dedi Nuran Hanım, “Tabi okula da geç gidersiniz, askere de geç gidersiniz... Ha bir de eşek kadar oluncaya kadar ananızın yanında hamama gidersiniz.” Nuran Hanım’ın kahkahası gümrüğün yazıhanesinde çınlıyor. Nuran Hanım Bayram’a takılarak keyifleniyor, “Aslında canımın içi, kimliğin doğruyu söylemiyor belki ama yüzün de doğruyu söylemiyor. Bana sorsalar kırk yaşındasın derdim.” dedi.
Bayram’ın içinde bir şeyler kopuyor. Ağlamak üzere olduğunu hissediyor. Nuran Hanım, Bayram’ın yüzünde olan bitenin farkında değil, sert bir hareketle sayfayı çeviriyor. “Kaç gün izinlisin?” “Otuz altı gün bacım.” “Dönüşte otuz altı günü yarım gün geçirirsen vermem çıkışını, ona göre.” diyor. Bayram yazıhaneden çıkarken arkasından giren, “Ödünü patlattınız, zavallı adamın.” diye Bayram’ın arkasından konuşuyor.
Bayram alandan çıkıyor. 1 Numaralı Devlet Yolu ile 5 Numaralı Uluslararası yol birbirine karışırken gaza basıyor. Sınır kapısından girerken ona yolu zindan eden o Güldenhouse hokkabazını da geride bırakıyor.
1 Numaralı Devlet Yolu
Saat, 8.40. Bayram, arabanın önünde parıl parıl parlayan Mercedes yıldızının, sıcak bir gecede gökyüzünde asılı duran çoban yıldızının ışıltısından bile daha güzel olduğunu düşünüyor. Güneş gözlüğünü takıyor ve tabelayı okuyor: Edirne 13 km. Eğilip arabanın teybine bir kaset sürüyor. Eski bir kadın sesi duyuluyor: Fikrimin ince gülü / Kalbimin şen bülbülü. Fikrimin ince gülü / Kalbimin şen bülbülü. O gün ki gördüm seni / Yaktın ah yaktın beni…
Üzerinde “Çatı” yazan bir lokantanın önüne gelince yavaşlıyor. Arabasını park edip iniyor. Etrafta lokantalar var. Yutkunup dolanıyor. Arabasının yolda bir arıza çıkarmayacağından emin olabilse bir kebapçıya girip istediği her şeyi yerdi ama nereden bilebilir? Buna rağmen tam dört kez kebapçıların önünden geçiyor. Sonunda bir küfür savurup girmekten vazgeçiyor. Daha bunun berber tıraşı var, otuz altı günlük benzini var, dönüşü var. Hızla uzaklaşıyor oradan.
Edirne çıkışında yol genişliyor. Bayram tam hızlanacakken “Uyyy!” diyerek frene asılıyor ve arabayı sağa çekiyor. Hasar, bir şey var mı diye inip arabanın önüne geçtiğinde bir de ne görsün! Mercedes’in yıldızı yerinde yok! “Aman Balkız, ne yaptık yıldızı? Bizim onurumuz o yıldız, kime kaptırdık?” diye gerisin geriye park yerine dönüp ortalığı birbirine katıyor. Çevresindekiler, ona gülse de yıldızı aramaya devam ediyor. Ne park bekçisini ne de kendisi bulamayınca da “Hemen çökmeyelim Balkız.” diye düşünüyor. “Demek ki Ballıhisar’a yıldızımızla girmek kısmet değilmiş.” diyip yola koyuluyor.
Çocukluk Hayali
İstanbul’a iki yüz kilometre... Oradan öteye de üç yüz, üç yüz elli kilometre. Hepi topu on saatlik yol işte. Tam hava kararırken kahvenin önüne varabilse... Küçüğüyle büyüğüyle köyün tüm halkı orada olur o saatlerde. Karılar, kızlar desen ya dere kenarında ya da çeşme başında…
Bundan yirmi beş yıl önce kendini ilk defa bir Mercedes üzerinde düşlüyor Bayram. Kahvede derin muhabbetler dönüyor, “Menderes başa geçince bu köyde herkesin altına bir taksi, tarlasına da bir traktör çekecek.” diyor Düldüller’in Osman Efendi. Dazlaklar’ın Raşit karşı çıkıyor, “Bir tomafil dediğin dokuz, on bin. Demirkıratlar her birinize bir traktör vermeye kalksa memleketi satmaları gerekir.” Ama kimse Raşit’i dinlemiyor. Herkes İsmet’ten çoktan umudunu kesmiş ama bir bu çulsuz Raşit sadık kalıyor ona. Bayram, Raşit amcasının dizinin dibinden kalkıp uzaklaşıyor. Amcasına inanmıyor. Bir kere bile bakkaldaki boyalı şekerlerden alamadı ne de olsa. Ne çocuklarına ne de Bayram’a.
Kuru bir çeşmenin başında zerdali çekirdeği kırıyor Bayram. O sırada bazen radyoda duyduğu horultuya benzer bir ses duyuyor. Sonra bir klakson sesi. Ardından her şeyi beyaz bir toz bulutu kaplıyor. Köydeki bütün hayvanlar dehşet içinde kaçışıyor. Köyde ne kadar adam ve çocuk varsa hepsi toz bulutunun peşine takılıyor. Zerdali çekirdeklerini fırlatıp atıyor Bayram. Tozun arasındaki mavi arabayı ilk gördüğünde yüreği çarpıyor, içini derin bir korku kaplıyor, bacakları titriyor...
Bayram’ın Mercedes’inin arkasında bir yük kamyonu ve bir de Chrysler var. Onlar, Mercedes’le aralarına mesafe koymayı tercih ediyorlar. Zira Mercedes, heran bir yanlış yapabilecek gibi görünüyor. Bayram, teybi başa sarıyor. “Fikrimin ince gülü / Kalbimin şen bülbülü…” Bayram bu şarkıyı nerede duysa gözünün önüne bir kadından çok üstü toza bulanmış mavi bir Ford geliyor. İlk gençlik yıllarında Kezban, arada bir bu Ford’un tahtına otursa da yine de bu şarkı her çalındığında Bayram’ın aklına ilk gelen şey, tozların arasından kendini gösteren mavi Ford oluyor.
Teypte şimdi yeni bir şarkı, “Duydum ki unutmuşsun / Gözlerimin rengini…” Bayram hıçkırarak ağlamaya başlıyor, yine de susmuyor, şarkıya eşlik ediyor. “Bir zamanlar sevginle / Ateşlenen başımı / Dizlerinin yerine dayasaydım taşlara…”
“Gerçekten mi Kezban? Sen başının ateşini alıp…” diye iç geçiriyor Bayram.
Askere gitmemişti. Ankara, Temizel Oto Tamir. Kezban, tamirhanenin kapısında bir görünüp bir kayboluyor. Kezban’la göz göze geliyor, yüreği ısınıyor. Kezban, çakır gözlerini deviriyor şimdi. Bayram’ın aklına Kezban’ın cümleleri geliyor, “Ankara’nın tapusu senin mi? Gelirim elbet. Niye gelmeyecek mişim? Abim geldi, sonra da ben... Hizmetçilik, konfeksiyonculuk yapıyorum... Askere giderken yanıma geldin ama o zaman bile bir nişan takmadın bana Bayram...” Ya on beş yahut on yedi yaşında bir genç kız Kezban. Ballıhisar’ın kireçli tepesindeki ardıç dibinde sürmeli gözleriyle Bayram’a bakıp soruyor, “Kimmiş bakayım fikrinin ince gülü senin? Ben miyim?” Bayram dünden razı, “Sensin elbet, kim olur başka?” Gülüşüyorlar.
Sonuç
Adalet Ağaoğlu’nun kaleminden çıkarak 1976 yılında tamamlanıp basılan “Fikrimin İnce Gülü”, o dönemde çalışmak için doğup büyüdüğü toprakları bırakıp Almanya’ya giden Türk işçilerinin hüzünlü hayat hikâyesini, Bayram’ın öyküsünde ve kişiliğinde sembolleştirerek aktarıyor.
Bayram’ın eleştiriye açık karakteri üzerinden, dönemin Almanya işçilerinin varlık hırsına, bu uğurda harcadıkları ömürlere ve hayal kırıklıklarına vurgu yaparak “Almancı” yakıştırmasına layık görülen, kültürel anlamda arada kalmış insanların bir süre sonra yetiştiği topluma nasıl yabancılaştığını dramatik bir biçimde ortaya koyuyor.
Sade bir dille kaleme alınan kitap, olay örgüsü, şahıslar ve iç dünyalarının verilişi, mekân ve zaman uyumu gibi nitelikler bakımından başarılı bir eser olarak Türk Edebiyatı’ndaki yol romanları arasındaki yerini almıştır.
Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz.