Abdurrahim Karakoç bizim evde çocukluk yıllarımdan itibaren aşina olduğum bir isimdi. Babamın aldığı birçok dergide ya şiiri ya da desen çalışmalarının altına yerleştirilen ve o hepimizin bildiği sarsıcı dörtlüklerine rastlardım. Sonra şiir kitapları… Suları Islatamadım, Kan Yazısı, Dosta Doğru, Vur Emri…
Aslında sadece benim değil, 70’lerden itibaren sayısız kuşak üzerinde O’nun, şiirlerinin etkisinden bahsetmek mümkün. İçerisinde bulunduğu ve belki şekil vermeye de çalıştığı geniş milliyetçi ve özelde ülkücü camia değil, bir ana bütün olarak ayaklarını bu topraklara basan, basmaya çalışan hemen birçok düşünce geleneğinin bir yerlerinde mutlak O’nun dizelerinin gezindiği ruhu yakalamak mümkün.
O sosyalist Karakoç’un şiirlerini ezbere okumuştu
Bu anlamda geçtiğimiz yıl, Hoca’nın (bu arada Abdurrahim Karakoç’a ben dahil çoğu kişinin “Hoca” diye hitap ettiğini hatırlatalım) vefatından sanırım 6-7 ay evvel bir gece telefonum, benim de kısa süre evvel tanıştığım sıra dışı bir kişi tarafından çaldırılmaya başladı. Arayan 12 Eylül darbesi öncesinde Fatsa ve arkasından Tokat’a doğru uzanan hemen bütün yerleşim alanlarındaki devrimci gençlerin en önemli liderlerinden birisi. Darbe sonrası aylarca dağlarda kaçak yaşamış, yakalandıktan sonra hepimizin bildiği 12 Eylül işkencehanelerinde insanlık dışı tacizlere uğramış ve teorisinden pratiğine kadar sosyalizme inanmış, onu hayatının ana omurgasına yerleştirmiş bir militandan bahsediyoruz. Uzun uzun konuştuk, konuştuk… Sözlerinin bitimine doğru ezberinden ardı ardına şiirler okumaya başladı bana. Okuduğu şiirler çocukluk, gençlik yıllarımın belleğindeki en tanıdık dörtlükler. Kimin dörtlükleri biliyor musunuz? Abdurrahim Karakoç’un…
Bu yüzden diyorum, sadece Hoca’nın organik ilişkisinin olduğu belli bir çevrede yankı bulmadı şiirleri. Kendisini bu topraklara ait hisseden herkesin duygu dünyasında kolayca koridor aralayan bir yerden kavrıyordu çünkü Karakoç her şeyi. “Hak Yol İslam Yazacağız” şiirinden “İsyanlı Sükut”a, “Mihriban”dan “Dosta Doğru”ya kadar hepimizi içine alan bir duygu haritasıdır bu…
Ancak bütün bunların yanında O’nun çok zekice bir eda ile geleneksel halk şiiri söyleyişine yapılabilecek son tarihî müdahaleyi yaptığını da hatırlayalım. Yani kır merkezli geleneksel söylemi şehre taşıması ve taşırken anonimleşmiş kurguyu aşıp, modern zamanların dili ve ruhunu ustaca, hece-kafiye arasına sıkışmış matematiğe yedirmesidir. Dolayısı ile Abrurrahim Karakoç ile ayna zaman diliminde yaşayan, gerek merkez şehirlerde ve gerekse taşrada ürün veren sayısız halk şairi varken, O’nun toplumsal karşılığı olan şiirler ortaya koyması, dizelerinin hemen tanınması, yürüyüşünün uzun soluklu bir kapıya açılmasının gerekçesinde bahsettiğimiz, geleneğe ilişkin tarihî müdahalesi vardır.
Ülkücüler için Abdurrahim Karakoç bir anlam ifade ediyor mu?
Organik ilişkide bulunduğu camia, -yani açıkça söylemek gerekirse Ülkücüler- Abdurrahim Karakoç isminin şu fani dünyada ne anlam ifade ettiğini hiçbir zaman bilemediler. Dönüp bakın kendisi üzerine neler yazılmış diye. Bir iki derginin özel sayısı hariç elde avuçta O’nun kapladığı alanı çözümleyecek çok az metin var. Doğuş Edebiyat ve Genç Kardelen dergisinin özel dosyaları da olmasa, sayısız kuşak üzerinde etkisi bulunan böylesi önemli bir adam üzerine hiç kafa yor(a)madığı görülecektir Ülkücülerin.
O’nun yazdıklarını çabucak araçsallaştırıp, siyasal mitinglerin, militarist makalelerin ve coşkulu şiirlerin kenarlarına iliştirilmeye çalışılan “malzeme” olarak gördüler. Halbuki karşımızda hemen bütün şiirlerinin belleğinde gezinen çok derin bir tasavvuf bilgisi, tarih şuuru, çok zeki bir kavrayış, ürün verdiği alanın anonim kalıplarını sarsıp, özgün söyleyişe sahip, yeni zamanlardaki bireyin ruh dünyasının psikolojisini çok iyi çözümlemiş, toplumcu, eşitlikçi, adaletçi, iktidar karşısında mazlumdan yana yerli bir dil durur.
Hoca ile -benim de içinde şekil bulduğum organik yapının gereği olarak- birçok etkinliğe ortak katıldık. Ama daha çok, bir zamanların önemli müzik yapım firması Günalp’in Ankara Sıhhiye’deki bürosunda karşılaşırdık. Belki başka bir yazının konusu olabilecek sayısız anılar birikti buralarda. Bu süreç aynı zamanda MHP’den kopuşun ve BBP’nin inşa sürecinin ilk yıllarıdır ve Günalp’te şiirden, siyasete, insanlık hallerinden avcılığa kadar (Hoca dağları ve av yapmayı çok severdi) çokça güzel cümlelerin havada uçuştuğunu hatırlıyorum.
Oğlumun ismini Muhsin koyduğum, kütüphanemin camına Hoca’nın fotoğrafını yapıştırdığım için
Cenazesi mübarek bir Cuma günü Ankara Kocatepe’den kalktı. Camide sevgili Mahmut Bıyıklı ile yan yana imam efendinin Cuma vaazını dinlerken, Mahmut Bey’in kulağıma eğilerek “imamın şimdi Hoca’ya atıfta bulunması ve hatta cemaatin belki çoğunun ezbere bildiği bir iki dörtlüğünü kürsüde okuması ne güzel olurdu” cümlesi çok yerinde bir hatırlatmaydı. Ama öyle olmadı. Bir imam Cuma vaazında, o gün ülkenin sayısız kuşağını cümleleri ile şekillendiren yerli bir adamdan bahsetmeyecek de kimden bahsedecek acaba? Vaazlar ne zaman kürsüden inip hayatın gerçekliği ile irtibat kuracak?..
Şimdi tabi o güzel ve artık yerinin hiç dolmayacağı kıymetli insanın ardından ilgili, ilgisiz birçok kişi basına yansıyan açıklamalar yaptı, yazdı, konuştu. Oysa bütün bunları yaşarken duymayı hak etmiyor muydu Hoca. Ruh dünyalarımızı estetize eden böylesi insanlara karşı bir vefa borcumuz yok mu? Etkili, yetkili kişi veya kurumların Abdurrahim Karakoç ile ilgili bir gündemlerinin bu zamana kadar olmamasını nasıl açıklamak gerekli? Sadece “İsyanlı Sükut” şirininin hayatıma kattığı şey üzerine bile saatlerce konuşabiliriz. Bizler, hepimiz o şiirle direncimizi, umudumuzu diri tuttuk. Adaletsizlik karşısında, iktidarın zulmü karşısında protestomuzu bu şiir üzerinden yaptık. Ötekileştirmemeyi, adam olmayı, empati yapmayı, devlet sisteminin kodlarını bu dizeler üzerinden kavradık, anladık. Kütüphanelerce kitabı okuyup çözümleyemediğimiz devletin ruhunu, “makama arz-u hal için giden” halkın yaşadıklarının anlatımı ile aklımızın en önemli yerine not ettik.
Son yıllarda yaptığım ve beni mutlu eden en önemli şeylerden birisinin bugün, müzisyen arkadaşım Ziya Uğur ile Hoca’yı vefatından aylar evvel evinde ziyarete gitmem olduğunu anladım. İyi ki o gün evine gitmişim, sağlığında biraz o son sohbeti yapmışız.
Son yıllarda hayatımda çok önemli yer kaplayan iki ismi ardı ardına kaybetmek beni çok sarstı. Beni yavaş yavaş terk ettiklerini düşünmeye başladım. Birincisi Muhsin Başkan idi. İkincisi ise Hoca. İkisinin kalbimde taşıdığı ağırlığı karşılayacak artık hiçbir şey yok. Bunu bilmek zaman zaman gözlerimi sulandırmıyor değil. Ailenizden, akrabalarınızdan olmadığı halde, sizin hayatınızda büyük ve kıymetli yer tutan insanlar vardır ve onları kaybettiğiniz zaman duyduğunuz acı hiçbir şey ile ölçülemez. Bu aynen öyle bir şey… Hem Muhsin Başkan’ı, hem Abdurrahim Hoca’yı çok yakından tanıdığım ve farklı ortamlarda mesailerim olduğu için kendimi her daim mutlu ve talihli hissedeceğim. Oğlumun ismini Muhsin koyduğum, çalışma odamdaki kütüphanenin camına Hoca’nın fotoğrafını yapıştırdığım için bu bahtiyarlığım sürecek.
1960’tan bugüne Abdurrahim Karakoç için yazılan yazıları içeriyor
Yukarıda da bahsettiğim ve Hoca hayatta iken O’nunla ilgili Genç Kardelen dergisinde özel sayı hazırlayan sevgili Hayrullah Eraslan, kısa bir süre evvel Abdurrahim Karakoç üzerine bu zamana kadar ne yazılmış, ne söylenmiş ise hepsini bir araya toplayarak çok önemli bir kitap sundu okuyucuya. Ayrıca hiçbir yerde bulamayacağımız söyleşilerinin eklendiği kitap toplam 624 sayfa ve içerisinde gerçekten Hoca’nın şiirini çözümlemeye imkân aralayan çok önemli metinler de var.
Hayrullah Bey takdim metninde, “Elinizdeki bu kitap 1960’tan bugüne Abdurrahim Karakoç için yazılan yazıları içerir. Fedai Dergisi (1964), Pınar Dergisi (1979), Doğuş Edebiyat (1983), Türk Edebiyatı Dergisi ( 1991), Genç Kardelen Dergisi (1998) vb. gibi dergilerde tefrika edilen, ayrıca vefatından sonra ulusal gazetelerde çıkan köşe yazılarını da içine alır” derken, müthiş bir çabadan dolayı tebriki de hak ediyor bence. 1960’lardan bugüne uzanan bir çizgiyi takip etmek, arşivlere ulaşmak ve bir kitap bütünlüğüne erdirmek önemli bir çaba.
Abdurrahman Dilipak, Ahmet Taşgetiren, Ali Parlak, Arif Ay, kardeşi Bahaettin Karakoç, Birol Dok, Cemal Kurnaz, Cevat Akkanat, D.Mehmet Doğan, Doğan Ürgüp, Erdal Noyan, Hakan Pala, Hakkı Öznur, Hasan Celal Güzel, Hasan Sağındık, İdris Aydın, İhsan Kurt, İrfan Sönmez, Lütfi Şehsuvaroğlu, Mehmet Baş, Mehmet Şeker, Mustafa Özçelik, Mustafa Uçurum, Necdet Ekici, Nurullah Çetin, Oğuz Karakoç, Osman Aytekin, Özcan Ünlü, Recep Garip, Reşat Gürel, Reşit Güngör Kalkan, Sevinç Çokum, Taha Akyol, Tayyib Atmaca, Vedat Bilgin, Yavuz Bülent Bakiler, Mehmet Önal gibi birçok ismin Abdurrahim Karakoç değerlendirmelerini içeren yayın kişisel tanıklıklar, hatıralar ile de edebî tarihe ışık tutuyor.
Hoca için başka neler yapılabilir?
Hayrullah Eraslan’ın öncelikle vefakâr bir kişilik taşıdığını söylemeliyiz. Hem çıkarmış oldukları Genç Kardelen’de hem de bu özel kitapta kendisi Hoca’ya karşı vefa borcunu ödemiş oldu. Benim vefa borcum kendisi ile ilgili çok detaylı bir yazı yazarak ödenebilir belki. (Belki de bu borcu ödeyemeyiz bile.)
Kitabın tam ismi şöyle olmuş: “Hak Yol İslam Yazacağız - Mihriban - Hasan’a Mektuplar / Üçgen Piramidinin Zirvesindeki Cihan Şairi: Abdurrahim Karakoç / Hazırlayan: Hayrullah Eraslan / Nar Yayınları”.
Kitap henüz alanında bir ilk ama benzer çalışmaların çoğalması gerekli. Sadece şiiri üzerine yoğunlaşan poetik bir kitap, içerisinde fotoğraflarının da yer aldığı biyografik bir çalışma, mektuplarının, el yazısı notlarının, zaman zaman eline geçen küçücük kağıtlara çizdiği geometrik şekillerin vs. bulunduğu belki başka kitaplar…
Ben Kahramanmaraş Belediyesi’nin yerinde olsam, hocanın şiirlerine yapılmış nitelikli bestelerin bulunduğu özel bir CD yayınlardım. Mutlak başkaca projeler geliştirilebilir ama keşke önemli adamlar yaşarken bütün bunları yapıp, vefa borçlarımızı ödemeye çalışsa idik…
Selçuk Küpçük yazdı