Tipik bir Karadeniz köyüdür Hamzalı; rüzgârın uzaklardan taşıdığı ve her köşebaşında duyulan şelale sesleri, yamaçlar boyu uzanan çay bahçeleri, devasa ve yemyeşil ağaçlar, hiç tükenmez hissi verecek kadar mebzul çayırlar, taşlardan dahi ot bitiren bereketli bir yeşil ve gökyüzünün namütenahi mavisi…

Havanın baskın rutubetine karşı her evde yanan sobalar çaredir; bu “kuzina”ların içinde mısır ekmeği yoksa, üstünde mutlaka güğümde su yahut tencerede taze fasulye kaynar. Ocakta kara lahana, bakraç (eskiden “haraba”) içinde yoğurdun olmadığı bir Of köyü yoktur. Evler önündeki “patsıha” denen kulübelerin içinde ot, altında kışlık odun kurutulur. Beton denen iblis bizim köyümüze de uğramıştır ancak eski tip Rum evleri hâlâ tek tük yok değil; bakmaya doyamayacağınız Rum evleri.

Kestane deyip geçme; çok kıymetli ağaçtır

Evler, diyorduk; eskiden evleri odundan yaparlardı, başka neyden olacak. Babamın amcası, Rüştü Yıldız, hâlâ oturduğu iki katlı kestane ağacından mamul evini kendisi yapmış. Daha doğrusu taşımış! Böyle mühendislik harikaları bizim ailede meşhurdur. Muhtemelen 1940-45 arası bir tarih; yeni evlenmiştir ve oturması için gösterilen evin ufacık, pek pejmürde ve perakende olduğunu görüp de, “Burada oturulmaz!” hükmüne varınca, satın alacak bir ev aramaya başlamıştır. Parası var; zira Yusuf Ağabey’iyle İstanbul’a gitmiş ve inşaat işleriyle meşgul olmuş, cebini biraz doldurmuştur. Karşı köyde bulduğu büyük kestaneyi, “Bana bedava geldi!” dediği bir fiyata, 500 liraya alır.

(+)

Köyüne gelir, “Falan yerden ev aldım, sökeceğim, taşıyacağım, kurulacak,” der. Bugün birçoğu köyümüzün asude mezarlığında medfun olan insanlar hemen el atarlar işe. Büyük amcamın anlattığına göre, gücüne güvendiği birkaç kişinin eline de harçlık tutuşturur, bu iş için. Karşı köyden sökülen büyük kestane ağaçları, bizim köyde monte edilmek üzere omuzlarda taşınır; koskoca ev. “Üstelik şimdiki gibi yol da yok; kamyon olsa koyar, taşırdık.” diyor. Trabzon’un iki metre devam etmeyen düzlükleri malum; her yer yamaç ve hava daima yağmurlu olduğundan yollar da çamurlu. Üstelik gidilecek yoldan dere geçiyor. 40 gün içinde sekiz odalı, iki katlı evin sökülmesi, karşı köyden taşınması ve yeniden yapılması tamamlanıyor; fevkalade bir durum: “Hiç görülmemiş bir iş.”

Ama bu büyük evde rahat etmişler, büyük amcamın demesine göre. 14’ü hâlâ berhayat 18 çocuk görmüş bu kestaneden zemin. Karşı köydeki hayatı da dâhil edilirse, bir asra yakın zaman geçmesine rağmen evin ömründen, kestane ağacı bana mısın demiyor: “Kestane şehit kemiğidir, çürümez.” O da evine çok ihtimam göstermiş, cana yakın, mükemmeliyetçi bir tavırla her gediğine koşturmuş evin. “Bir aralık görsem, hemen tamir ederdim.” diyor.

Resimde görülen, evin Ağustos 2011’deki fotoğrafı; naylonun durduğu yerde eskiden bir armut ağacı varmış. Bizim köyde armut (ahlat) denen meyvenin tuhaf bir şöhreti vardır. Galiba çokça yetiştiğinden olsa gerek, armut ağacına çıkmak, armudu bol bol yemek günlük vecibe gibi addediliyor. Armudun çeşitleri de yok değil tabiî; mesela günümüz nesline (çaktırmayın, ben de onlardan biriyim) “kakaolu armut” diye yutturulan bir çeşit var, içi kara. O benim favorim ola gelmiştir.

Cemaatle namazı bırakmıyor

Rüştü Amcamızın ayrıca bir yayık ustalığıyla tanınırlığı vardır. Onun akranı olan birçok kişi, şimdi ebedî âleme göçtüyse de, şimdiye göre genç ve hızlı olduğu zamanlarda en iyi ayranları yayığında Rüştü Amcam yaparmış.

Eski insanların zamanın ruhundan aldıkları kanaatkâr ve mütevekkil karakter, Rüştü Amcamın şahsiyetinde de belirgin olarak yerini bulmuştur. Bütün hayatında mümince bir hassasiyeti taviz vermeden sürdürmenin gayretleriyle, ömrünü cemaatle namaza bağlanarak geçirmiş. Yaşı şimdi 97 ama bir sabah namazı vakti gidin köyün camisine, ilk safta onu görürsünüz; herkesten önce gelip namaz saatini beklemeye koyulmuştur. Akşam ve sabah namazlarında şimdiye kadar camide olmadığını hatırlamıyor: “Hiç kesirim yok, elhamdülillah!” Ama diğer vakitlerde bazen gidip bazen gitmeyebiliyor.

100 yaşına artık “sayılı günler” de diyebileceğimiz bir zaman kalmasına rağmen, kendi odununu hâlâ kendi kıran bir insan Rüştü Amcam. Daha geçenlerde bir iki kişiyi de yanına alıp, bir kamyon dolusu odunu motorla doğramış, baltayla parçalanmak üzere evin önüne yığmış. “Ama oturduğum yerden kırabiliyorum,” diyor, eskisi kadar zinde değil: “Takatim yok.” Sanki Rüştü Amca, olanca ciddiyetine rağmen, ondan otuz yaş daha genç olanların yataktan kalkmamalarıyla alay ediyordur, öyle bir enerji.

Nasıl bu kadar sağlıklı kalmış peki? 97 yaşında ama nasıl kendi odununu kendi kırıyor; hatta iki insan boyundaki kalası omzunda evine taşıyor? “Çalışmaktan çok fayda gördüm.” diyor. Yerinde duramamak adeta onun hobisi hâline gelmiş. Sırf ayakları açılsın, işlemeyen demir pas tutmasın diye karşı köye, Divran’a (Yeniköy), yürüyüp gelirmiş. Bir de tabiî, ömür boyu cami cemaatine yürümenin bereketi olsa gerek ayaklarında.

Onu ocak ayının sonunda, İstanbul’a geldiğinde ziyaret ettim. Köşesinde küçük bir serçenin, kafesinden basık tavanlı ahşap odayı seyrettiği, bol güneş ışığı alan bir çekyatta, elinde kırmızı ciltli bir kitabı okumakla meşguldü. Ömründe sadece birkaç kere görmüş olmasına rağmen beni bile hatırladı. Hatırlamak demişken birçok da hatıra dinledik dilinden.

Bir asırlık ömrü tevekkül ve sabırla geçirmiş, babamın Rüştü Amcası, amcamız… Bugün artık çok da kalabalık olmayan köyünün en yaşlısı o; namaza giderken birçok arkadaşının yanından, kabristandan geçerken hüzünleniyor. “Çok yaşadık.” diyor ama cemaatle namazı bırakmıyor. Namaz için camiye yürümek onun hâlâ en kuvvetli alışkanlığı...

 

Sadullah Yıldız, yeğeni olmakla müftehir