İzmir deyince aklımıza çoğu zaman bir kelime daha geliverir: ‘Gavur İzmir’. Peki gerçekten İzmir ‘gavur’ iken kim alıp gönüllerin fethiyle oraları Müslümanlaştırma cehdinde bulundu?
İzmir’in de bir Emir Sultan’ı var. İzmir ve Emir Sultan’ın ne alakası var diyebilirsiniz. Bu Emir Sultan herkesin bildiği Bursalı Emir Sultan değil. Bursa’da medfun olan Emir Sultan’ın doğumundan 30 yıl kadar evvel 1340’lı yıllarda vefat etmiş. Hem gönüller fatihidir, hem de İzmir’in gerçek fatihidir.
İzmir’de Emir Sultan Hazretleri Türbesi
İzmir’e ilk defa gelmiştim. Kısa süreli de kalsam birbirinden güzel, eğlenceli, keşif dolu günler geçirdim. Konak’tan başlayarak Kadifekale istikametine doğru, her daim adetim olduğu üzere rastgele sokaklara girerek keşif yürüyüşüme heyecanla başladım. Sol tarafta antik devirden kalma Agora yerleşimi. Bakımı, temizliğiyle göz kamaştırıyor diyebiliriz. Önceki gün İzmir’in farklı tarihi eserlerini gezmiş olmamdan dolayı aklıma bir de onların vaziyeti gelince dilimden “ah keşke şu gavur eserlerine gösterdiğiniz titizliğin yarısı kadarını Osmanlı’nın, ecdadımızın yadigarı eserlerine karşı da gösterseniz” sözleri döküldü.
İleride küçük bir Osmanlı mescidi. Bahçesinde bir sadaka taşı, onun üzerinde de eskiden orada bulunan mezarlıktan kalmış olan bir mezar başlığı… Ve ara sokakları arşınlayarak Şeyh Camii ile karşılaşıyorum. Aklıma hemen Aziz Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin halifesi olan Mustafa Devati Efendi’nin, Üsküdar Horhor durağının karşısında yaptırmış olduğu ve aynı isimle anılan cami geliyor. Merakla araştırdığımda gördüm ki Hüdayi hazretleri, halifelerinden Mustafa Efendi’yi şeyhlik vazifesini ifa için İzmir’e Emir Sultan Tekkesi’ne gönderiyor. Evet, aynı soru benim de aklımda. Acaba Üsküdar’daki Mustafa Efendi ile buraya gönderilen Mustafa Efendi aynı kişiler olabilir mi? Olamazlar. Çünkü Şeyh Devati hazretlerinin türbesi Üsküdar’da yaptırdığı caminin haziresinde. Şeyh Mustafa Efendi’nin mezarı da İzmir’de yaptırmış olduğu Şeyh Camii’nin haziresinde.
Şeyh Camii’nden sağa doğru giden yolu takip ediyorum. Sola dönünce bir tabela ile karşılaştım: Emir Sultan Hazretleri Türbesi. Bir anlık şaşkınlık yaşadım. Acaba ben Bursa’da mıyım yoksa İzmir’de mi?
Kapı kilitliydi. Etrafa bakındığımda hemen yanındaki evdeki aileden bir teyze bana doğru geldi. Uzun yıllardır bu türbenin anahtarını muhafaza ediyorlarmış. Ricam üzere içeriyi hem tanıttı, hem de bütün kapıları açtı. Emir Sultan Hazretleri İzmir’e Müslümanlık mührünü, Türk mührünü nakşeden bir kumandan, bir Allah dostu. Aydınoğulları beyi Gazi Umur Bey, İzmir’in fethi ve irşadı vazifesini Mükerremeddin Emir Sultan’a veriyor. Ve Emir Sultan İzmir’i evvela madden, sonra da manen fethediyor.
Gaziemir adı nerden geliyormuş?
Bursalı Emir Sultan hazretlerinin lakabının nereden geldiği malum. Peki İzmirli Emir Sultan hazretleri lakabını nereden almış? İzmir fethedildikten sonra İzmir’de bir Hak dostu vefat eder. (Bazı rivayetlere göre bu kişi İmam Birgivi Hazretleridir. Fakat bu ihtimal tarih açısından mümkün değildir. Arada yaklaşık üç asır vardır.) İzmir uç beylik olduğundan dolayı Gazi Umur Bey, “buranın küffar eline düşme ihtimali vardır. Bu cenazenin beyliğimizin merkezi olan Birgi’ye nakledilmesi elzemdir” buyurur. Mükerremeddin Hazretlerinin manevi mertebesinden haberdar olduğundan, “bu hassas ve mübarek vazifeyi ancak bir Hak dostu yapabilir” diyerek Mükerremeddin Hazretlerine rica eder. Cenaze yıkanır, kefenlenip tabuta koyulduktan sonra şu an Ödemiş’in Birgi kasabası olan mevkiye doğru yola çıkılır. Yolda öğle namazı vaktinin çıkmasının yaklaştığını fark ederek su aramaya başlarlar. Fakat su bulamazlar. Bunun üzerine Mükerremeddin Hazretleri dua buyurur, “Ya Rabbim yakınlarda su varsa dahi biz bulamıyoruz, sen buldur” diyerek. Ve tabuttan Allah dostu elini çıkartarak Mükerremeddin Hazretlerine “Kaz Ya Emir” kelamıyla işaret buyurur. İşaret edilen mekân kazılınca altından su fışkırır. Bu anekdot anlatıla anlatıla zamanla bu hadisenin yaşandığı yere Gaziemir denilir olmuş. Ve bu su halen İzmir’in Gaziemir ilçesinde akmaya devam etmekte. Tabuttaki Allah dostunun, Rabb Teala’nın izniyle konuşmasından sonra da Mükerremeddin Hazretleri, Emir Sultan diye anılmaya başlanmıştır.
600 yıllık bir tekke mazisi var
Burası bir külliye şeklinde yapılmış. Semahane, aşevi, misafirhane, türbe, hazire, kuyu, hamam… Ancak bugüne birkaç yapı kalabilmiş. Şeyh Camii de bu büyük külliyenin aynı bahçede bulunan bir parçası iken Cumhuriyet devrinde mezarlığın üzerinden yollar geçirilmiş, 1927 yılında da büyük bahçeli bir ilkokul yapılmış. Hazire kısmını görünce aklıma yaklaşık beş-on dakika mesafede bulunan Agora antik kalıntılarının hali geliyor. Mezar taşları üst üste yığılmış, bazıları toprağa gömülmüş.
Bir de şunu ifade edeyim ki bu hal restore görmüş hali… Emir Sultan Tekkesi’nin haziresinde mühim kişiler medfun ve bir benzeri bulunmayan çok kıymetli mezar taşları mevcut. Hazirede tekkenin şeyhlerinden, dervişlerden başka devrin önde gelen isimlerinin mezarları da bulunuyor, tabi giden mezar taşları kalandan çok fazla... Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın dedesi Uşşakizade Sadık Bey ve eşi Makbule Hanım ile eski Aydın Valisi Ahmet Esat Paşa, Kestanepazarı Camii kurucusu Mısırlı Hüseyin Nuri Efendi, İzmir Kadısı Şükrüzade Abdülkadir Paşa…
İbn Battuta 1333 yılında bu tekkeyi ziyaret etmiş. İbn Battuta’nın seyahatnamesine göre Anadolu’daki ilk Rufai dergahlarından birisi de Emir Sultan Tekkesi imiş. Tekkelerin kapatıldığı 1925 senesine kadar 600 yıllık bir tekke mazisi var. Tarih boyunca birçok kez el değiştirmiş. Celveti, Nakşi ve Sadi tarikatlarının asitanelik vazifesini görmüş. Ama son kayıtlarda Rufai tekkesi olarak gözüküyor.
Maalesef İzmir’de yaşayanlar burayı kimin fethettiğini ve Müslümanlaştırdığını bilmiyorlar. Ümit ederim ki bu haber İzmir’in madden ve manen fatihlerinin başında gelen Mükerremeddin Emir Sultan Hazretleri’nin bilinmesine ve türbesinin ziyaretçilerinin artmasına bir nebze katkı sağlar.
Haziredeki şaheser mezar taşlarından Hatice Hanım’ın mezar taşından iki satır: “Bu cihan fani cihandır sanki bir zıll-ı hayal/ Görmedim hiç âlem içre bulmaya kimse zeval…”
Ömer Faruk Deliktaş yazdı