“Ey ulular sizin bana öğretmediğinizi

Ben yarılmış aydedeye öğrettim

Delikanlı ateşlere öğrettim

Kundaktaki çocuklara öğrettim” (Sezai Karakoç)

 

En ümitsiz kaldığım zamanlarda mıydı? Bazen öyle olur ya. Sıkışıp kalırsınız. Çıkmaz sokaklarda çarnaçar dolanırsınız elleriniz ceplerinizde,  göğsünüzde kor bir ateş parçası olmuş yüreğiniz, patlamaya, infilaka hazır bir bomba gibi dolanırsınız ahir zamanın artık şehirden çok cinnet mahalline dönmüş kalabalık, sıkışık, katran karası caddelerinde.

Göğsümün sıkıştığı zamanlar mıydı? Evlatlarımı, gençlerimizi düşündüğüm zamanlar mıydı? Yüreğime abanan tüm sancılarımla boğuşurken işte o çaresiz demlerde. Kıvrandığım, Rabbime yöneldiğim, bir kurtuluş aradığım zamanlarda Üstadın bir büyük derviş gibi, abidevi bir şahsiyet, evimin içinden bir danışanım gibi, yetim yüreğimi teskin eden bir kutlu hâmi gibi seslenişini duyardım… Hep ümitli, umutlu, inşirahlar yüklü seslenişini…

“Başka türlü olmaz. Bu nesil gelecektir. Kıyamet kopup insanlığın defteri dürülünceye kadar iyiliği emreden, kötülükten alıkoymaya çalışan, Allah’a, hesaba, öteye inanmış, ölünceye kadar zulme razı olmayacak denli yürekli, doğru, iyi ve güzelin bayrağını yere düşürmeyecek bir topluluk olacaktır.”

Yazdığım yazıların en başına mutlaka bu seslenişlerden eklerdim. Yazdığım her yazıyı onun mihmandarlığında adeta Üstada danışarak yazmış gibiyimdir. Bağlı olduğu şeyhi, tarikatı yoktu bilindiği kadarıyla. Öyle söylüyorlar. O direk, aracısız, gönülden bağlıydı Yaratanına. Gönülden teslim, çünkü alıcıları güçlü, çünkü bir volkan gibi kaynayan iman ateşiyle coşup seller gibi fırtınalı suların coşkunluğunda akan, gümrah pınarların bereketinde coşan bir yüreği var Üstadın. Şimdi adı var kendi yok olan tasavvufun onu terbiye etmesi ona yol olması için saptığı yanlış yollar seküler halde kurduğu düşünce ve şiir evreni olmalı değil mi? Kapılıp gittiği dünyalıklar, evler, yatlar, katlar, tripleks, dubleks villalar olmalı değil mi? Kapısında dizili arabalar, son modelinden olmalı değil mi? Oysa o dünyayı elinin tersiyle, yüreğinin tüm gücüyle ötelere itti. Tertemiz, duru, sade peygamberi bir yaşam akıttı günlerine. İmrenilesi, bu zamanın Abuzer’i gibi yalnız yaşadı yalnız öldü.

“Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum. Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın. Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum” diye seslenişi gibi yaşamıyor gibi yaşadı ve Mabuduna kavuştu…

O kimseye bağlanmadan özgür yaşadı, kimseye ait olmadı sadece Rabbine ait oldu. Varaklı koltukları, altın tırabzanı olan evlerde yaşayan şeyhleri hiç olmadı, onları görmedi bile. Son model arabaları görmedi. Cebi hiç dolmadı. Jilet gibi bir takım geçirmedi üzerine çünkü zaten takva elbisesi hep üzerindeydi. Bir şefkatli kadın sesi, bir sıcak anne yemeği, bir hanım nezaketi, zarafetiyle döşenmiş bir evde oturmadı. Çoluk çocuk sesleriyle, süt kokularıyla belenmiş bir hanenin kapısından içeri giremedi. Özlemleri oldu mutlaka, ama hüzünleri daha çoktu muhtemelen. Yuvası hep ümmeti oldu anladık sonra, ümitle baktığı diriliş neslini bağrına bastırdı yuva niyetine. Onları evlatları bildi. Evli bir erkek olamadı ama en derin, en yürekli, en merhametli erkeklerin şiirlerini o yazdı. Baba olamadı, ama çocukların nazenin yüreklerini derinden çözdü, anneyi çözdü…